İSTANBULLU BULGARLAR

Hasine Şen Karadeniz*

 

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul, Roma, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerine ait çok katmanlı tarihî birikimi ile olduğu kadar, çok kültürlü insan yapısı ile de dünyanın en renkli yerlerinden biridir. “İstanbullu Bulgarlar” ifadesi, bu zengin tarihî geçmiş ışığında olağan bir tamlama niteliği taşısa da, İstanbul’da yaşayan Osmanlı mirası Bulgarlar Türkiye’de de, Bulgaristan’da da yeterince tanınmamakta. Bu nedenle Vercihan Ziflioğlu’nun Kayıp Zamanın Çocukları & İstanbullu Bulgarlar (2020) başlıklı kitabı, her iki ülkede de hakkında yeterli yazılı kaynağın bulunmadığı bu topluluk hakkında önemli bir araştırma niteliği taşımakta. Bu tür az çalışılmış  alanlarla ilgili yeni yayınların mevcut kaynakların ışığında değerlendirilmesi daha verimli sonuçlar sağladığından, Kayıp Zamanın Çocukları & İstanbullu Bulgarlar kitabını Georgi P. Kostandov’un İstanbullu Bulgarlar ve Eski İstanbul (2011) eseri ile birlikte önermek konuya ilgi duyanlar için yararlı olacaktır.

Azınlıkların sorunlarına adanmışlığı ile tanınan Ziflioğlu’nun kitabı, İstanbullu Bulgarların tarihiyle ilgili temel olaylar, mekânlar ve şahsiyetler konusunda kapsamlı bir tarihsel çerçeve, yazarın araştırdığı konu ile ilgili değerlendirmelerini ve Bulgar cemaati üyeleri ile yaptığı onbir söyleşiyi dahil ediyor. İstanbullu Bulgarlar ve Eski İstanbul kitabının temel özelliği ise incelenen konu hakkında geniş ve ayrıntılı bir tarihî art zemin oluşturması ve İstanbul şehrini kendisi de 5. kuşak İstanbullu olan Kostandov’un mümkün olduğunca nesnel olmaya çalışan “içeriden” bir bakış açısıyla yansıtmasıdır.

Bulgarlar tarafından Tsarigrad (Çarlar/Padişahlar Şehri) olarak anılan ve Osmanlı yönetimindeki birçok bölge insanı için cazibe merkezi haline gelen İstanbul, çok sayıda Bulgar gurbetçiye de farklı dönemlerde kucak açmış ve zamanla yerleşip yurt olarak gördükleri bir yere dönüşmüştür. Günümüzde de kendilerini tanımlarken İstanbul yerine “Tsarigrad” (“Tsarigradski Bılgari”)  ifadesini kullanmaları, bu şehirde kendini İstanbullu olarak gören birçok İstanbulluya göre çok daha derin köklere sahip olduklarına dair inançlarına işaret ediyor. Bulgaristan bağımsızlığını kazandıktan sonra bile İstanbul’da kalmaları, önemli bir etken olan refah düzeyleriyle birlikte, kendilerini bu şehrin ayrılmaz bir parçası olarak gördüklerini, bu kadim yerleşim yerinin zengin dokusuna tarihsel, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan bağlı olduklarını göstermekte.

“İstanbullu Bulgar” ifadesi, ülkenin diğer bölgelerine yerleşen Bulgarların akıbetini de gündeme getiriyor. Bu konuda Ziflioğlu, Anadolu bölgesine dağılan Bulgarların karma evlilikler ve asimilasyon yoluyla yerel halkla karışırken, İstanbul’a yerleşenlerin kendine has dinî ve kültürel özelliklerini koruma konusunda “daha şanslı” (22)  olduğunu ve eskiden sayıları 150 000’in üzerinde olan bu topluluğun günümüzde cemaat mensuplarına göre 400-1000 kişi arasında değiştiğini ifade ediyor (23)[1]. Yazar, diğer azınlık cemaatlerinde olduğu gibi Bulgarların da aidiyet ve kimlik konularında konuşmaktan imtina ettiğini, tarihî belge niteliği taşıyan fotoğrafları bile “ustalıkla gizlediğini” (21), hayatlarını günümüze kadar kapalı bir topluluk olarak sürdürdüklerini saptamış. Böyle bir cemaatin üyeleriyle iletişime geçip kendi haklarında konuşmalarını sağlamanın ne kadar zahmetli bir süreç olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu anlamda kitapta öyküleri anlatılan kişilerin Ziflioğlu ile görüşmesini sağlayan, güven oluşturup ömürleri boyunca dile getir(e)medikleri olayları kendisiyle paylaşmasına neden olan Christo Copano isminin anılması, hem bu kitabın ortaya çıkışındaki rolü, hem de izlenen araştırma yönteminin tanıtılması açısından önemlidir.

Kitabın ilk bölümünden Osmanlı yönetimindeki Bulgarların Padişahlar Şehri’ne daha rahat bir hayat sürmek için gurbetçi olarak geldiklerini, bostanlarda ve bahçelerde çalıştıklarını, fırın ve abacı dükkânları açtıklarını, sütçülük ve sütlü tatlı alanında isim yaptıklarını öğreniyoruz. Günümüzde toplumsal hayatın her alanında yer alan bu topluluğun daha yaşlı temsilcileri çoğunlukla Bulgar okulu mezunu ve Bulgarca konuşuyor, genç nesil Bulgarcayı ya iyi bilmiyor, ya hiç konuşmuyor, ancak Bulgaristan Konsolosluğu’nun verdiği destekle anadillerini ücretsiz kurslarla öğrenmeye çaba gösteriyor.

Ziflioğlu, Şişli’deki Ekzarhane, Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi, aynı semtteki Metoh binası ve Bulgar Mezarlığı gibi bazı mekânların İstanbullu Bulgarların kimlik oluşturma süreçleri için son derece önemli olduğuna dikkat çekiyor. Bu nedenle kendilerini özdeşleştirdikleri bu tür yerlerin azalmasından, örneğin Okmeydanı’ndaki Evlogi Georgiev adını taşıyan Bulgar Hastanesi veya Beyoğlu’ndaki Bulgar Okulu’nun kapatılmasından derin bir üzüntü duyduklarını ifade ediyor.

İstanbullu Bulgarlar kimliklerini muhafazakâr ve gelenekçi yapıları ile nesiller boyunca korumayı başarmış. Yaşlı kuşak İstanbullu Bulgarlar, örneğin, nüfuslarının Bulgaristan, Ukrayna ve Moldova’dan gelen Bulgarlarla yapılan evlilikler yolu ile çoğalmasına bu kişilerle ortak bir kültürel miras paylaşmadıkları nedeniyle karşı çıkmakta. Eskiden Müslümanla yapılan bir evlilik anne babalar için ömür boyu sürecek bir küslük ve yas nedeni olarak görünürken, günümüzde yaşlı kuşak bu etkileşimi kabullenmiş durumda. Kitapta, cemaatin kendini korumaya yönelik geliştirdiği sıkça dillendirilmeyen akraba evliliği konusu da anılmakta.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Bulgar veya Yunan pasaportuna sahip İstanbullu Bulgarlar için sancılı bir T.C. vatandaşlığı ve kimlik mücadelesi başlıyor zira Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerden farklı olarak azınlık sayılmıyorlar ve azınlıklara sağlanan haklardan yaralanamıyorlar. Türkiye’de “yabancı” statüsünde yaşayan Bulgarlar, Bulgaristan’da kapitalist bir ülkenin temsilcileri olarak “şüpheli” olarak damgalanıyor. Ziflioğlu, geçmişin yara izlerinin tam olarak iyileşmemiş olsa da, günümüzde İstanbullu Bulgarların çoğunun geldikleri bölgeye göre T.C. vatandaşlığına ek olarak Bulgaristan veya Yunanistan pasaportu taşıdığını, buna rağmen Bulgaristan’da Bulgar olarak görülmediklerinden derin üzüntü duyduklarını vurguluyor (29).

İstanbullu Bulgarların kimlik ve aidiyet konusundaki ilgi çekici başka bir ayrıntı da grubun bazı temsilcilerinin kendilerini Rum veya Makedon olarak tanımlamasıdır. Ziflioğlu bu eğilimi bir kimlik “kamuflaj” yöntemi olarak değerlendiriyor (27) ve muhtemelen “çeyrek asır sonra aramızda olamayacaklar” ( 34) diyerek, İstanbullu Bulgarların geleceği ile ilgili karamsar bir tahminde bulunuyor.

Farklı yaş ve meslek gruplarından onbir ayrı kişi ile yaptığı görüşmelerin sonuçlarını, Ziflioğlu kitabının “Tanıkların İzinde” başlıklı 3. Bölüm’ünde paylaşıyor. Verilerin sunuluş yöntemini tanıtmak açısından Ziflioğlu ile görüşmeyi kabul eden kitabın tek kadın kahramanı E.Shestakov’a ait “Bulgar Okulu’nun Son Öğrencisi” başlıklı bölümünden kısa bir alıntı yapmak yararlı olacaktır. Shestakov kızıyla birlikte ilk kez 1970 yılında Bulgaristan’a halasını ziyarete gitti. Gidişindeki heyecanın yerini daha sonra hayal kırıklığına bıraktığını söyledi ve anlatımını şöyle sürdürdü:

“Dereköy Sınır Kapısı’na gelmiştik. [Bulgar] gümrük memuru pasaportuma bakıp ‘Bu nedir?’ diye sordu. Bulgarca konuşuyordum, Bulgarım diyordum, beni dinlemiyorlardı. Bizi Türk olarak görüyorlardı. T.C. vatandaşıydım ama etnik kökenim Bulgar’dı. Her gidişimde çok kötü şeylerle karşılaştım. Bulgaristan tam bir hayal kırıklığı oldu. Tabii giden herkesi gizliden takip de ediyorlardı. Anlayacağınız, bizim yaşadığımız tam bir aidiyetsizlik ve kimsesizlik.” (94)

6-7 Eylül 1955 tarihinde meydana gelen travmatik olaylar, kitapta yer alan çoğu anlatıda bu aidiyetsizlik duygusunu besleyen ortak deneyimlerden biri olarak öne çıkıyor. Christo Copano’ya ayrılan “Kimlik ve Aidiyete Adanış” başlıklı bölümde de T.C. tarihinin bu karanlık sayfasına yer verilmekte:

Copano o yıllarda hayatta olmasa da ailesinden dinlediklerini şöyle aktardı:

“Babam ne zaman o günleri anlatmaya kalksa gözleri hüzünle dolardı. Dükkândan canını kurtarmak için nasıl kaçtığını anlatırdı. Tüm Beyoğlu kumaş ve ayakkabı yığınlarıyla dolmuş. Birkaç gün evden dışarı adım dahi atamadıklarını söylerlerdi.”

Sonra aile kendisini maddi anlamda nasıl toparlamış sorusuna ise Copano şu yanıtı verdi:

“Sonuçta bir şeyler yapmak zorundalar. Dükkânı yeniden ayağa kaldırmak için mücadele vermişler. Büyükbabam derdi ki, devlet zararlarını karşılama sözü vermiş ama çok azını ödemiş.” (149)

Kitapta yer alan diğer kişilerin anlatılarında da ailelerinin öyküleri (Türkiye/İstanbul’a geliş hikâyesi ve Bulgarların meşhur olduğu bahçıvanlık, sütçülük, muhallebicilik gibi meslek alanlarında yer edinme süreci), T.C. vatandaşlığı mücadelesi, Bulgar cemaatini bir araya getiren dinî ve kültürel ritüeller,  geçmişteki ve şimdiki durumları, Bulgaristan Türklerine uygulanan asimilasyon sürecinin kendilerine yansıması, Bulgaristan ile ilişkiler, Bulgarcaya hâkimiyet gibi konularda açıklamalar yer almakta. Özgün yapılarını gelenekçi yaşam tarzlarıyla koruyabilen İstanbullu Bulgarlar için bireysel, ailevî ve toplumsal açıdan mahrem saydıkları bu türden bilgileri “dışarıya” yansıtmak şüphesiz kolay olmamıştır. Shestakov’un öyküsünde böyle bir anıya yer verilmiştir örneğin: “Bugüne kadar kimseye söylemedim, ilk kez size anlatmış olacağım. Benden 12 yaş büyük ablam vardı. Bir Müslümanla evlendi diye ailem bir daha onu kabul etmedi. Ben evlenirken kayınpederimden bile bu gerçek gizlendi.” (95)

Cemaat mensuplarının kendi seslerini yansıtan bu çalışma, görünür kılmayı başardığı insan sayısının kısıtlı, anlatılarının da 5-6 sayfayı aşmamasına rağmen, daha önce dile getiril(e)meyen öyküleri samimiyetle açıkladığı için son derece değerlidir.

Georgi P. Kostandov’un İstanbullu Bulgarlar ve Eski İstanbul kitabının zengin kaynakçasında İlber Ortaylı, Halil İnalcık, Kemal H. Karpat gibi belli başlı otoritelerin isimleriyle birlikte Bulgar Bilimler Akademisi’ne ait kaynaklar ve İstanbul’da Bulgarlara ait yapıların tarihini ilgilendiren Bulgarca yayınlar dikkat çekmekte.[2] Bu kaynaklara ek olarak Konstandov Bulgar kilisesinin tarihi, Türk-Bulgar diplomatik ilişkiler, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde azınlıklar tarihi, Türkiye’de özel okulların tarihi ile ilgili birçok kaynağı İstanbullu Bulgarları mercek altına alarak incelemiş ve 18. yüzyılda İstanbul’a yerleşmeye başlayan Bulgarların sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel yapılarını ve özelliklerini tarihsel süreç içinde 1950’li yıllara kadar takip etmiş. Kitabın 1950-2000 dönemini ele alan 2. bölümü ise yazarın kendi hatıralarına ve değerlendirmelerine dayanmakta.

Kostandov, kitabının tarihsel çerçevesini İstanbul’a yerleşen Bulgarların sosyal yapılaşmasında önemli rolü olan bağımsız Bulgar kilisesinin kuruluşunu amaçlayan faaliyetleriyle başlıyor. 1847’de Bulgarların Fener’de kendilerine ait bir kiliseye sahip olmalarını mümkün kılan Ferman çıkıyor ve Stefan Bogoridi’nin bağışladığı konakta Aziz Stefan adına bir paraklis hizmete açılıyor. (Kostandov, Stefanaki Bey olarak tanınan bu hayırsever Bulgarın lakabına değinerek, Bogoridi’nin Osmanlı sarayı nezdinde ve kendi çevresinde, Bulgar değil Rum olarak bilindiğini ve bazı Bulgarların Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin etkisiyle kuvvetle muhtemel Rumlaşmış olabileceği yorumunu ekliyor.) Yapımında kullanılan malzeme nedeniyle mabet “Ahşap Bulgar Kilisesi” olarak anılıyor. Birkaç yıl sonra, 23 Nisan 1850’de İstanbullu Bulgarların dini ve kültürel hayatını şekillendiren temel mekânlardan biri haline gelen Metoh binası açılıyor. 9 Eylül 1857’de Ahşap Kilise’de hizmete giren ilk Bulgar okulu 1865’te Metoh binasına taşınıyor. P.R.Slaveykov ve İlarion Makariopolski gibi aydınların bu okulda öğretmenlik yaptığı bilinmekte.  Metoh binasının giriş katında kurulan matbaada on civarında gazetenin basılmış olması (“Bılgariya”, “Sıvetnik”, “Gayda”, “Makedoniya”, “Turtsiya”, “Vremya”, “Pravo”, “Napredık”, “Vek”, “İztoçno Vreme”, “Zornitsa”) ve 1866’da Tahtakale’deki  Balkapanı Hanı’nda Bulgar Okuma Evi Derneği’nin (Bılgarsko Çitalişte) kurulması, o dönemde  Bulgar cemaatinin kültürel hayatının ne kadar zengin olduğuna işaret etmekte (64-69).

Kostandov’un kitabında Sultan Abdülaziz’in 1870’te imzaladığı Bulgar Ekzarhlığı Fermanı’na, akabinde kurulan Bulgar Ekzarhanesi’ne ve bu kurumun sağladığı imtiyazlara, Rum propagandasının önünü kapatabileceği için Fener Rum Patrikhanesi’nin Bulgar Ekzarhanesi’ni aforoz etme kararına, kararın Osmanlı yönetimi tarafından reddedilmesine genişçe yer verilmiştir. Eserde Ekzarh 1. Yosif’in Osmanlı tebaası Bulgarlara yönelik ruhanî ve kurumsal hizmetlerine ayrılan bölümde Sveti Stefan Paraklisi’nin yerine 1898’de açılan Sveti Stefan Ortodoks Kilisesi (Demir Kilise), Bulgar Ruhban Okulu, Evlogi Georgiev Bulgar Hastanesi, Ekzarh Yosif I. Bulgar İlk ve Ortaokulu, Eski ve Yeni Ekzarhane binaları ve yazarın “bir zamanlar ‘Osmanlı Milleti’ni meydana getirmiş uluslardan biri durumundaki Bulgarlardan geriye kalan tek ve gerçek kanıt” (120) olarak tanımladığı Bulgar Ortodoks Mezarlığı tanıtılmakta.

“1923-1950 Dönemi” bölümünde, günümüzde Türkiye’de yaşayan Osmanlı bakiyesi Bulgarların yaşadığı kimlik ve aidiyet sorunlarına ışık tutacak birçok hukuksal gelişmeye yer verilmiştir. Kostandov Türkiye’de sadece Rumlar, Ermeniler ve Museviler azınlık olarak kabul edildiği için Cumhuriyet’in ilânından sonra Bulgarların “hukukî durumu çeşitli belirsizlikler içeren ‘kendine özgü’ bir gruba” dönüştüğünü vurguluyor (179). Kostandov, Bulgar yetkililerin de “üç beş bin İstanbullunun meselesi” (184)  olarak görüp ciddiye almadığı bu durumun sonuçlarını eğitim alanına yansımasını anlatıyor: “İstanbul’da yedi yıllık Ekzarh Yosif I. Ortaokulu dışında, bütün diğer okulların ilkokul kademesinde bulunmaları nedeniyle yeni tanımlara göre, ‘yabancı Bulgar ilkokullarına’ yalnız ‘Bulgar tebaası’ olan çocuklar gidebildiler. Türk tebaalı Bulgar çocuklarının Türk ilkokullarına gitmeleri… kanunî zorunluluk haline geldi” (188). 1932 yılında yürürlüğe giren Türkiye’deki yabancıların tabip, mimar, mühendis gibi özellikli işlerde çalışmasını engelleyen 2007 sayılı Kanun’un yarattığı sıkıntılar, Kostandov’un da belirttiği gibi, insanın aklına “Neden daha önce Osmanlı tebaası olan Bulgarların 1923’ten sonra T.C. vatandaşı olmak yerine Bulgaristan (veya Yunanistan) vatandaşlığını korumayı tercih etti?” sorusunu getiriyor. Kostandov bunu İstanbullu Bulgarların çoğunun mallarının Türkiye sınırları dışında kalmasıyla ilişkilendirirken, Türkiye’de doğmuş, daima burada yaşamış ve T. C. vatandaşlığına geçmek isteyen birçok Bulgar uyruklu İstanbullu Bulgarın vatandaşlık başvurusunun 1970’lere kadar reddedildiğini de vurguluyor.

1923-1950 dönemini anlatan bölümde Kostandov 1934’te yürürlüğe giren ve Bulgar soyadlarından “…ov” ve “…ev” gibi iyelik takıların kaldırılıp soyadların Türkçeleştirilmesine neden olan Soyadı Kanunu’na, 1942-43’te diğer gayrimüslimler gibi Bulgarların da vergiye tabi tutan Vergi Kanunu’na, 1945’te Fener Rum Patrikhanesi’nin Aforozu kaldırma kararına ve Ekzarhaneye ait mülkler ve Bulgar Hastanesi ile ilgili gelişmelere yer veriyor, 1950-2000 yıllarını kapsayan zaman dilimini de kendi deneyimleri ışığında değerlendiriyor.

Çocukluğunu Aksaray’da geçiren Kostandov, ilkokulu Beyoğlu’ndaki o dönemde toplam 30 civarında öğrencisi olan Bulgar okulunda tamamlıyor. Daha sonra, mezun olduğu İtalyan Lisesi’nde öğretmenlik ve yöneticilik yapıyor ve bu kurumdan emekli oluyor. 1998–2003 yılları arasında  Bulgar Ekzarhlığı Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini de yapan Kostandov’un İstanbullu Bulgarlar konusuna adanmışlığı, kaleme aldığı kapsamlı çalışmasından da anlaşılmakta. Kostandov kitabında 1950’lerin Eski İstanbul’unu İstanbullu bir Bulgar’ın gözünden anlatmakta ve şehirdeki Bulgar varlığının kapsamlı bir haritasını çıkartmakta. O yıllarda Bulgar cemaatinin toplam sayısını kilise kayıtlarına göre 2000 civarında olarak bildiren yazar, en yaygın meslek dalı olan sütçülük ve muhallebiciliği ayrı bir bölümde tanıtmış ve Bulgarların çalıştırdığı sütçü ve muhallebici dükkânlarını semtlere göre sıralanmış:

Aksaray, Beyazıt, Çemberlitaş hattında: Aksaray’da Valide Camii’nin tam karşısında, eski caddenin Pazar tarafında Mihal ve Petro ustalar; Beyazıt’a doğru giderken, Laleli’de, caddenin sağ tarafında Kiril Usta; arka sokaktaki Nikola Usta; Çarşıkapı’da, istimlakten önce Kapalıçarşı’ya girişin sol ve sağ tarafındaki Angel ve Argir ustalar; Çemberlitaş’ta Yeniçeriler Caddesi’nde Vezirhanı Caddesi’ne girerken hemen sağda Diçev Usta. (248)

Kostandov Fatih-Süleymaniye, Bahçekapı-Balat, Tarlabaşı-Şişli hatlarında, Tepebaşı ve civarında, Gedikpaşa, Kumkapı, Karaköy, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy ve Moda’daki sütçü ve muhallebici dükkânlarını aynı titizlikle sıralıyor ve günümüze bu mesleğin 2018’de vefat eden Beşiktaş Çarşısı’nın nam-i değer Pando Usta’sının kurduğu dükkânda sürdürüldüğünü belirtiyor. Yazar, 1950’lerde diğer meslek dallarıyla ilgilenen cemaat mensuplarının çeşitliliğini ve dağılımını şu şekilde anlatıyor:

[Bahçıvan, sütçü ve muhallebiciler] dışında, Bakırköy’deki tohumcular; Kasımpaşa ve çevresindeki çiçek yetiştiricileri; Şişhane yakınındaki mağazalarında lüks mobilya üretip satanlar; Şişli’deki fırıncılar; yine Şişli’de, eskiden “Bulgar Çarşısı” olarak bilinen mevkide, hayvan yemi ticaretiyle uğraşan aile; Rumeli Hisarı’ndaki eczacılar; Tarabya’daki Kıyı Restoranı işletenler; Sarıyer’in yerlisi muhallebiciler; Bomonti’deki şarküteri mesleğinin ünlü ustaları; Göztepe’deki bugünkü beyaz Fırın’ı işletenlerin Kadıköy’deki fırıncı dedeleri; Moda’daki mezeciler; önce Beyoğlu’nda meşhur olan, sonra da Şişli’de ününü devam ettiren “Haute Couture” terzimiz; yaz kış Heybeli Ada’da yaşayan aileler; Anadolu Hisarı’ndaki meyve yetiştiricileri; Çengelköy’dekiler ve daha niceleri… (318-19)

Balkanlar Osmanlı toprağı iken Kostandov’un Manastır (Bitola) sancağına bağlı Zagoriçeni köyünde yaşayan büyükdedesi kendi babasıyla birlikte İstanbul’a gurbetçi olarak gelmiş. Farklı yerlerde çalıştıktan sonra 1895 yılında ilk işkembeci dükkânını açmış. Dördüncü kuşak İstanbullu olan Kostandov’un babası, 1951’de Mahmutpaşa Yokuşu’nda kendi işkembeci dükkânını açarak aile mesleğini sürdürmüş.  Kostandov eserinde aşina olduğu aile mesleğinin inceliklerine ve İstanbullu Bulgarların bu iş alanına katkılarına da yer vermekte.

İstanbullu Bulgarlara ait işyerlerinin İstanbul haritası üzerindeki yerlerini ve özelliklerini en ince detaylarıyla tasvir eden Kostandov, Bulgar cemaatinin sosyal hayatına ait sahneler de sunuyor. Kitapta dini bayramlarda yapılan aile ziyaretleri, mesafenin uzak olması nedeniyle piknikle birleşen mezarlık ziyaretleri ve 1909’da kurulan ve varlığını hâlâ sürdüren “Radost” Hayır Derneği’nin düzenlediği Çırçır Suyu, Sultan Suyu, Göksu gibi yerlere yapılan geziler, döneme ait ulaşım araçları, yeme içme ve eğlence alışkanlıklarına ait ayrıntılarla birlikte anlatılıyor.

Kostandov, 6-7 Eylül Olayları esnasında korkulu günler geçirdiklerini ancak kendi dükkânlarının çok ciddi zarar görmediğini ifade ediyor:

12 Eylül 1955 Pazartesi gününden itibaren dükkânımızı tekrar açıp işimize kaldığımız yerden devam ettik. Valilikten gelen yetkililer bizim ve çevremizdeki esnafın uğradığı zararı tek tek tespit ederek kısa bir süre içinde tazmin edilmesini sağladılar. Komşularımızla birlikte babam da, tamiratlar için fatura karşılığı verdiği parayı geri aldı. (347)

Bu bilgiler dışında yazar sadece Rumların değil, gayrimüslimlere ait tüm dükkânların hedef alındığını, çoğunun ciddi hasar gördüğünü, cemaat mensuplarının kendileri ve çocukları genellikle Türk komşuları tarafından korunduğunu ifade ediyor ve olaylardan sonra Bulgaristan Konsolosluğu Bulgaristan vatandaşı olanlarla bile ilgilenmediğini ifade ediyor.

Ziflioğlu’nun kitabında yer alan röportajların çoğunda olduğu gibi Kostandov’un anlatısında da her iki ülkeye karşı beslenen kırgınlıklar sık sık dile getiriliyor. Aynı şekilde Kostandov’un “Bulgar okulumuz”, “Bulgar Ortodoks kilisemiz” (363) gibi tamlamalarla birlikte  “Türkçemiz”, “İstiklâl Savaşımız”, “Cumhuriyetimiz”  (355) gibi ifadeler kullanması, yazarın çifte aidiyet duygusunu ifşa ediyor.

Anlatılan olayları Ekzarhane Vakfı, Bulgar Metoh’undaki Arşiv ve kişisel arşivlere ait fotoğraflarla da destekleyen Ziflioğlu ve Kostandov’un kitapları, varlıkları İstanbul’un kültür haritasından silinip gitmek üzere olan İstanbullu Bulgarların izlerini kayıt altına almanın yanı sıra, İstanbullu Bulgarlar alanındaki çalışmalara öncülük edecek, Türkiye’de ve Bulgaristan’daki birçok okuru okul sıralarından edindiği tarih bilgisini sorgulatmaya ve yeniden değerlendirmeye davet edecek önemli araştırma kaynaklarıdır.

 

Kaynakça

Kostandov, Georgi P. İstanbullu Bulgarlar ve Eski İstanbul (2011). Kronik, 2018.

Özergan, Nihal. “Turskata pisatelka Vercihan Ziflioğlu pred ‘Trud’: Çovek tyrabva dokray da otstoyava kulturnata si identiçnost, vmesto da ya krie.” Trud,  22.10.2020.

Ziflioğlu, Vercihan.  Kayıp Zamanın Çocukları & İstanbullu Bulgarlar. Kuzey Işığı, 2020.

*Prof.Dr. İstanbul Üniversietsi, Edebiyat Fakültesi, Amerikan Kültür ve Edebiyatı Anabilim Dalı

[1] Vercihan Ziflioğlu, Nihal Özergan’ın kendisiyle yaptığı ve 22.10.2020 tarihli Trud gazetesinde yayımlanan röportajda, İstanbullu Bulgarların sayısı konusundaki kişisel görüşünü “200 kişi civarında” olarak ifade ediyor.

 

 

[2] G.P. Kostandov’un başvurduğu temel Bulgarca kaynaklar: Hristo Temelski, Bılgarskata Svetinya na Zlatniya Rog (1998), İliya Angelov Galçev, Bılgarskata Bolnitsa “Evlogi Georgiev” v Tsarigrad (1895), Prof. Tonço Jeçev, Bıgarskite Svetini v İstanbul (2000), Nikola Evtimov Sapunov, Pırvata Bılgarska Tsırkva v İstanbul (1999), Darina Petrova, Tsarigradskite Bılgari (2000).

Author: nevka