BULGARİSTAN’DA NAZIM HİKMET RÜZGÂRI*

 Sabri Con

 

Nazım Hikmet’i anlatmak zor mudur, kolay mıdır? Zor olanı onu tanımamak ve anlamamak, kolay olanı da onu sevip anlatmaktır.

Fırtınalı bir yaşamı olmuştur Nazım’ın. Mutsuz çocukluğu, hapishaneler, deniz dalgalarıyla boğuşup gurbet illerde özgürlüğünü aramak, yazdıklarıyla sevilen bir dünya şairi olmak ve komünist idealleri nedeniyle bir başka sistemin nefretini kazanmak. Böyle bir yaşama kalbi isyan etmiş ve 3 Haziran 1963’te 61 yaşında hayata veda etmiştir.

Aydınlıkçı görüşleri nedeniyle 28 yıl 4 ay hapis cezası alan şair, 13 yıl sonra serbest bırakılınca Sovyetler Birliği’ne iltica etmiştir. Bir gün orada karşılaştığı bir Bulgar ile sohbetinden heyecanlanmış ve şöyle demiştir:

 “Ülkenizi görmek istiyorum, orada 500 bin Türk var. Onlarla kucaklaşıp konuşmak istiyorum”.

Kara trenle yolculuğa çıkan Nazım, 1951 yılında Rusçuk’ta (Ruse) Bulgaristan toprağına ilk defa ayak basıyor. Tabi ki, kendisini çiçeklerle karşılamaya gelen binlerce kişiyi görmek onu derinden duygulandırıyor. Nereleri gezip göreceği önceden planlanmıştır. Rusçuk’un “havasını” aldıktan sonra yolu Balpınar (Kubrat) şehridir. Devamla Glocevo, Sevar, Zavet ziyaretleri. Bölgenin Ostrovo (Adaköy) ve başka köylerinden de ziyaret daveti almasına rağmen bu mümkün olmuyor. Programın dışına çıkmak için zamanı da yeterli değildir. Dolayısıyla Kemallar’a (İsperih) geldiğinde çevreden 15 köy insanını burada bir arada görüyor. Herkes şaire dokunmak, konuşmak ve sevmek isteğinde, aşkında. Tokalaşmalar, kucaklaşmalar, konuşmalar… Akkadınlar (Dulovo), Doğrular (Pravda), Aydoğdu (İzgrev) derken Şumnu’ya ulaşıyor. Şumnu, Türklerin yoğunluklu  olduğu bir il şehri. Bugünün Eski Cuma (Tırgovişte) ili de o dönemde Şumnu’ya bağlı.

Bulgarlar da, Türkler de henüz yeni sosyalist sisteme alışma, uyum sağlama döneminde. Sanayi, tarım, kültür vb. alanlar henüz rayına oturmak üzere. Kültürden sanattan söz etmek o sıralarda  biraz zor. Zor ama Osman Pazarı köylerinden erken uyanmış bir Yukarı Hüseyinler (Gorna Hubavka) köyü var. Bu köyün 15-16 yaşlarındaki kızları folklor grubu hazırlamışlardı bile. Kızlar sahneye çıktıklarında Nazım Hikmet  özlediği sistemin daha da iyi olacağına bir kere daha inanmıştır. “İkinci defa geldiğimde bu kızları  herhalde tanıyamayacağım, yeni hayat onları kısa zamanda değiştirecek, kendine güvenir, serbest, tavırlı insanlar haline getirecek…” demesi bunu göstermiştir. (Bu arada, şarkı ve türküleriyle, geleneksel Türk kıyafetleriyle bir kardelen gibi sahneye çıkarılan grubun yöneticisi Osman Hacı Aliosman Hoca’yı da saygıyla anmış olalım!)

Yine Şumnu’da zil sesli bir öğrenci kızın Zoya şiirini okuması şairin gurur gözyaşları akıtmasına neden olmuştur. Şair buna karşılık şöyle demiştir: “Benim şiirlerim öz vatanımda gizli ve sessiz okunur. Burada özgürce okunması beni çok mutlu etti…”

Nazım Hikmet, Osman Pazarı’na (Omurtag) geldiğinde 11 yaşındaydım. Henüz cehalet dönemindeydik ama bu geliş köyümüzde büyük bir heyecan, belirgin ilgi uyandırmıştı. O dönemde dünyanın dört bir yanında Nazım Hikmet lehine sesler yükselmiş olduğunu, hapisten salınıvermesi için mitingler yapılmış olduğunu, bu yükselen sesler neticesinde büyük şairin özgürlüğüne kavuşmuş olduğunu bilmeyen duymayan kalmamıştı. Herkesçe çok sevilen bir efsane olmuştu Nazım. Dolayısıyla herkes işini gücünü bırakıp Nazım’ı görmeye gitmek istiyordu. Ben de görmek için can atanlardan biriydim. Ne var ki, o dönemde bırakın otomobili, otobüsü, köyümüzde bir “şeytan arabası” (bisiklet) bile yoktu. O yüzden gidemedim. Gidemedim ama şimdi bir pişmanlığım var. Hem de büyük. Nasıl olur, Deliorman köylerinden 7 yaşında bir çocuk, eşeğini koşup bir yerlerde Nazım Hikmet görmeye giderken ben bu işin çaresini bulamam? Kendimi hâlâ affedemiyorum.

 

Omurtag mitingi besbelli bensiz de coşkulu geçiyor. Kalabalık kitle arasında Aşağı Hüseyinler (Dolna Hubavka) köyünden yakın akrabam Mustafa Hasan (Karamustafa), çevrenin aydın kişilerinden biri olarak büyük konuk ile öz kardeşler gibi kucaklaşıp sımsıcak sohbet edebiliyor. Aynı köyden Ahmet Hüseyin  Salih – Çakşırlı (Ersoy), Aşıklar (Lübiçevo) köyünden öğretmenimiz Sabri Mehmedali, Kuşlukköy’den (Ptiçevo) Ahmet Turhan da şairle bir anda senli benli oluveriyorlar. Gülbahar Mülayim ise Türkiye’de bir süre kaldıktan sonra nasıl gizlice kaçıp geri geldiğini anlatıyor. Bu tarihi karşılaşmadan sonra birçok kişi elindeki göç vizesini gönüllü olarak yırtıp atıyor.

Bir sonraki durak Mutaflar (Plıstina) köyüdür. Burada da çevre köylerden gelen en az 5 bin kişi meydanda şairi karşılıyor. Alvanlar (Yablanovo) köyünden (şimdi emekli öğretmen) Ali Molla anlatmıştı: “İlkokul öğrencisi olarak orada Nazım Hikmet’in önüne geçip bir şiirini okudum. Beni kucağına alıp yukarı kaldırdı ve sevgiyle öptü. Bunu hiç unutamıyorum…”

Günlerdir yollar aşan, günlerdir kalabalıklar önünde nutuklar atan şair yorgun düşmüştür. Bu nedenle 2-3 gün dinlenmesi istenir. Ama hayır! Nazım bu öneriyi ret eder: “Beni bir odada yatağa mıhlamak , bana hapishane hücresindeki ıstıraplarımı tekrar yaşatmaktan başka bir şey değildir. Rica ederim, beni tekrar hapishaneye sokmayınız!

Yolculuk devam ediyor. Sırada Varna (o zaman Stalin), Hacıoğlu Pazarcık (Dobriç: o zaman Tolbuhin) bölgeleri var.  İlk durak Evksinograd’da bulunan eski çar sarayı. Burada bir gün dinlenip yeni yolculuklar için güç tazeliyor. Sonra tekrar görev. Varna’nın Karadeniz’i şairi yeniden vatan hasreti ile yakıyor. Buradan karşıya (Türkiye’ye doğru) bakınca gözleri yeniden doluyor ve oğlu Memed’e bir şiir ile sesleniyor. Deniz hakkında da konuşmadan olamıyor: “Bu deniz benim hayatımı kurtaran denizdir. İki defa bu denizden sefer edip özgürlüğüme ulaştım…

Varna’nın güzellikleri ve insanları da bir güzel etkiliyor Nazım’ı. Buradaki görüşmelerden sonra yol Tervel’e (Kurtpınar) uzanıyor. Yine etkileyici bir kalabalık. Kalabalığın arasında Kıdır Aşık (Guslar) köyü kafilesi daha da coşkulu. Etrafını saran köylülere, köylerinde bir TKZS (Ziraat kooperatifi) kurulmasını öneriyor. Kooperatifçiliğin “tadına” ikna olan köylüler N. Hikmet adı altında birleşeceklerine söz veriyorlar. Ertesi gün şair Guslar köyü ahalisi arasındadır. Köyde henüz elektrik yok. Akşam kırlardan dönen çiftçilerle, çobanlarla, kadınlarla, fesli sarıklı Türk’ü, kalpaklı Bulgar’ı ile gaz lambası ışığında TKZS’nin temelini atıyorlar. İlk üyeler sırayla listeye alınıyor. Coşku dorukta.

Tolbuhin var sırada. Otomobil yola çıkmadan önce köylüler anam babam dünyası. Uğurlamaya gelenler arkadan bağırıyor: “N. Hikmet adını şerefimizle koruyacağız. Bir sonraki gelişinde seni elektrikli köyümüzde, ışıklar içinde karşılayacağız…”

Tolbuhin’de tıklım tıklım insan seli. Köylüler, şehirliler, İl ve İlçe yöneticileri merak içinde. Türkiye’ye göç edelim mi etmeyelim mi sorusunun cevabını aramakta.

Program sıkışık. Gidilecek görülecek yerler çok. Ve tren ile Güney Bulgaristan’a doğru yola çıkılıyor. Trenin geçtiği ve durakladığı garlarda, istasyonlarda hep N. Hikmet hayranları. Düz ovalar, köyler, dağlar, balkanlar, kıvrım kıvrım yollar şairi adeta mest ediyor.

İşte Kırcaali! 30 bin karşılayıcı Nazım’ı bekliyor. Şehir meydanı, parklar ve bahçeler bayram ediyor. Özel uçurulmuş beyaz güvercinler barışı, kardeşliği, dostluğu müjdeliyor. N. Hikmet şiirleri okuyan çocuklarla yan yana Bulgar şair Yordan Petkov da Nazım’a adadığı şiirini okuyor. Ardından Kanü Marçev adında üniformalı bir polis (milis) de N. Hikmet hakkında yazmış olduğu şiiri okuyunca Nazım dile geliyor: “Ben, memleketimde hayatım boyunca polis tarafından takip edildim, işkence gördüm, sövüldüm, oysa bugün benim hakkımda  şiir yazıp okuyan bir polis ile karşılaşıyorum. Polislerin şiir yazması ne güzel!”

Bundan sonra şair, her fırsatta Kırcaali’yi, “polisleri şiir yazan şehir” olarak tanıtacaktır.

Güzel bir olay yaşanıyor devamla. Rüştü Şükriev (bugün hayatta mıdır, kimin nesidir, bilenler varsa bilgi verebilir) adında 15 yaşlarında bir çocuk, ortalığa çıkıp zil gibi sesiyle bir şarkı söylüyor. Coşkulu alkışlar kopunca bir şarkı daha. Öylesine gönülleri fethediyor ki, N. Hikmet onu kucağına almadan olamıyor. Jivko Jivkov da öne atılarak, bu çocuğun acilen Sofya’da müzik okulunda devlet hesabına okutulması kararını aldıklarını beyan ediyor.

Büyük konuk, Kırcaali hakkında son derece övücü sözlerle hitap edince J. Jivkov da borçlu kalmıyor. Diyor ki, halkımız N. Hikmet’in ideolojisine sadık kalacak, onu hiçbir zaman unutmayacak, onun adını yaşatacaktır”.

Karşılaşma, tokalaşmalarla, sarmaşmalarla, şarkılarla, türkülerle devam ederken Kırcaali farklı güzel bir gün yaşamış oluyor. Köylülerle, fabrikalarda, sanayide “Nazım Hikmet” adı taşıyan bölümlerde çalışan işçilerle yapılan görüşmeler de unutulacaklardan değil.

Tuzlukköy (Solişte) köylüleri besili ve canlı bir kuzu takdim ediyor. Tüm çevre köylerden davet alınca şöyle diyor: “Mümkün olsa her köyü ziyaret eder, herkesin elini can-ı gönülden sıkardım…”

Dönemin Kırcaali İl başkanı Jivko Jivkov, bir sokağa “Nazım Hikmet” adı verdiklerini duyuruyor. Buna karşılık şairin cevabı şu oluyor: “Bu sokaktan geçenlerin bahtiyar olmaları ve dünyada hiçbir sokağın bomba ve mermilerle harap olmaması için bütün hayatımı  barış davasına hasredeceğim!

Türk pedagoji okulu ziyareti de şairi fazla heyecanlandırıyor.

Ertesi gün Eğridere’de (Momçilgrad) çevre köylerden gelenlerle birlikte şairi  on bin kişi karşılıyor.

Burada kısaca bir olaydan söz etmek gerekir. Ostrovets (Adaköy) köyünden erkekler şairi görmek için yola çıktıklarında eşlerini getirmek istememişler. Nasıl olur? Kadınlar isyana kalkışmışlar. “Böyle bir Türk’ü nasıl olur da görmemizi engellersiniz?..”  Sonuçta kadınlar da erkeklerle beraber yola düşüyorlar. Olay yerine geldiklerinde yaşlı ve gözlerden engelli bir kadın elleriyle şairin yüzünü sıvazladıktan sonra “Artık rahat ölebilirim, çok şükür seni görmüş oldum oğlum!” diyor. Hastanede yatan ağır hasta bir delikanlı (Mustafa Mehmedov) da doktorlarına “Ölürsem öleyim, fakat ben N. Hikmet’i görmeye gideceğim” demiş ve gelmiştir. Şair, bu haberi duyunca bir ağaç altında oturup seyretmekte olan hasta delikanlının yanına gitmiş, ona sarılmış ve bir süre sohbet etmiştir.

Nazım’ın bulunduğu heyet ertesi gün Koşukavak’tadır (Krumovgrad). Ama oraya yetişmek de kolay olmaz. Yolda kesintilerle otomobili durdurup kendisiyle görüşmek isteyen kalabalıklarla selâmlaşır, iki söz eder ve sevinç gözyaşlarına hakim olamaz.

Koşukavak’ta coşkulu müzik sesleriyle karşılanıyorlar. Taşlı Çilingir (Golâmo Kamenare, Malko Kamenare), Evrenler (Kandilka), Saruhanlı (Sedefçe) ve diğer köylerden gelenler de bu coşkuya coşku katıyorlar. Ama şairi son derece duygulandıran bir Çiftlik köyü vardır. Köylüler bu adı değiştirip “Nazım Hikmet” demişler. Şimdi şair, kendi adını taşıyan bu köyü nasıl ziyaret etmesin? Köy güzel, insanları sevecen. Onlara ısınmak hiç sorunsuz. Beyaz okul binasının adının “Sabahattin Ali” olması gurur kadehini taşıran damla oluyor. Sabahattin Ali, N. Hikmet’in hem kalem dostu hem hapishane arkadaşı. Onunla birlikte geçirdikleri çok acı yıllar var. S. Ali’nin canice öldürülmesinin yankıları akıllarda henüz taptaze. S. Ali bedenen artık yok, ama koskoca bir okul onun adını taşıyor. Demek ki, yaşıyor, yaşatılıyor.

Kardeşlerim, kız kardeşlerim! Bu köy artık merhum dostum S. Ali ile benim, yani bizim köyümüzdür. Hoş geldiniz köyümüze…

Bu sözlerden sonra köyde büyük bir şenlik başlıyor. Rodoplar’ın dağları taşları müzik sesleriyle çınlıyor. Ayrılık zamanı gelince “Buradan ayrılmak bana güç geliyor. Sanki bu köyde doğmuş büyümüşüm…” diyor.

Ortalığı “Yaşasın Nazım Hikmet!” sesleri sarsıyor.

Sonrası Dimitrovgrad. Burası yeni kurulmakta olan bir sanayi şehri. Kapıda onu karşılayan  fabrika müdürü Diko İvanov oluyor. Kimdi bu Diko? Bir yerlerden tanışıyorlardı galiba. Ve birden kucak kucağa sarmaş dolaş oluyorlar. Diko ile Moskova’da üniversite arkadaşlığı

 

yapmışlardı. Ne büyük bir tesadüf! Saatlerce Rusça konuşarak iki ikiye hasret giderdiler. Bunun dışında Kimya kombinasının “Nazım Hikmet” atölyesinde çalışan işçilerle de mutlu saatler geçiriyor. Ancak, Dimitrovgrad aylarca aklından çıkmıyor Nazım’ın. Hayran kaldığı bu şehir ve on parmağında on hüner olan işçileri hakkında  Aydınlıkçılar şiirini yazıp gönderiyor adrese.

Sofya ne oldu, nerede kaldı demeyin. İşte:

7 Eylül 1951’de Sofya garında trenden indiğinde hiç beklemediği bir kalabalıkla karşılaşıyor. Bulgar’ı, Türk’ü bir arada. Ellerinde çiçekler, dillerinde barış şarkıları. Kalabalığın en önünde başta şair ve yazar Blaga Dimitrova olmak üzere büyük bir karşılama heyeti. Yaşlı nineler dedeler, sanki kırk yıldır hasretini çektikleri öz evlâdına kavuşmuşlar gibi onunla sarmaş dolaş oluyor, “hoş geldin” sedaları ortalığı çınlatıyor. Ortam mahşer yeri gibi kaynamakta. Nazım, yeniden dünyaya gelmiş gibi hayrete düşüyor. Görmek istediği insanlarla nihayet kucak kucağa. Çoğu köylü kıyafetli. Erkekler fesli, sarıklı, çarıklı; kadınlarsa kara feraceli. Ama yüzleri neşe saçıyor. Minik çocuklarsa Nazım’ın kucağına atılmakta adeta yarışıyorlar. Sevinç gözyaşları herkesin yanaklarından aşağıya yuvarlanıyor.

Nazım’ın gözünde Sofya büyük şehir, güzel şehir. Sofya için yazdığı şiirler de az güzel değil!

Nazım Bulgaristan gezisi ile yeniden doğmuş, yeniden, hem de farklı bir güzel özgürlük nefesi almıştır. Bunu heyecan içinde doya doya yaşamıştır.

Dönüş için trene bindiğinde ona özel ayrılan kompartıman tıka basa hediyelerle doludur. Ama onun için en büyük hediye manevi edinimlerdir. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu adil ve  barışçı bir sosyal sistemi gözleriyle görmüş, elleriyle dokunmuş, kalbiyle yaşadığını düşünür. Bu duyguyu yaşayamayanları şanssız sayıyordur. Nitekim, büyük dostu Şilili Pablo Neruda bunlardan biriydi. Ah, onun huzuruna bir varabilse! Gördüklerini, yaşadıklarını ona noktası virgülü ile anlatabilse! Artık en büyük arzusu budur büyük Nazım’ın.

Sofya’nın Vrajdebna havaalanından Moskova’ya uçmak üzere şair şöyle diyor: “Benim artık kendi vatanımdan ve Sovyetler Birliği’nden başka  bir vatanım daha var: Bulgaristan!

 

…………………………………………………………………………………………………………………………………….

 

* Bu yazıda Blaga Dimitrova’nın Nazım Hikmet Bulgaristan’da, Narodna Prosveta Yayınevi, 1955. Sofya, kitabından yararlanılmıştır. (Sabri Con, 08.04.2022)

Author: nevka