VAR MIYDI, YOK MUYDU?*

Cevat Çırak

Var mıydı, yok  muydu? Her zaman olduğu gibi yine günlerden Çarşamba ve yine Rusça dersi günüydü. Dersin öğretmeni kocaman bir Rus kadındı. Adı Yorgova. Kısa boylu ve çok şişmandı. İri cüssesi ile ağır adımlar atarak sınıfa girer, kendi kendine konuşarak masaya oturur diyeceğim ama oturmaz, masayı adeta komple kaplar, istila ederdi. Elinde uzun sopası, gözlükleri gözle burun arasında, usulca sınıf yoklaması alırdı. Köy okulumuzdaki en şişman öğretmendi. Her zaman ciddi, bir o kadar da titizdi. Dersi dinlemeyeni, çalışmayanı asla affetmez, o meşhur sopasıyla kafasının ortasına vurarak cezalandırırdı.

Kendisi ülkemize SSCB’den gelmişti. Bir dönem en iyi Rusça öğreten öğretmen olarak bilinirdi. Ama biz öğrencilere kimse sormazdı ki, iyi mi, kötü mü diye; kendisini seviyor, sayıyor muyuz diye. Rusça dersindeki tutumundan çok, başka bir ünü, marifeti ile tanınırdı aramızda: komünist olduğu için hep dinlerin olmadığından bahseder: “İnanmayın, aldanmayın, sömürülmeyin, kendinize yazık etmeyin.” diye her fırsatta nasihat eder dururdu.

Gel zaman, git zaman o öğretim yılı da bitti. En sevdiğimiz yaz tatili zamanı gelip çattı. Her sene okullar tatil edilince asıl eğlence dönemi o zaman başlardı bizim için. Hepimiz birden çok mutlu oluveriyorduk. Bize gezmek olsun, diyar diyar gezdiğimiz halde hiç yorulmazdık. Ancak bu yaz çetin geçeceğe benziyordu zira aldığımız haber tam bir felakete işaret ediyordu. Rusça öğretmeni Yorgova da bizle gezi turuna katılacak, rehberlik edecekmiş… Bulgaristan turu denince bize bu büyük bir dünya turu gibi gelirdi. Oysa güzel fakat çok küçük bir ülkede yaşadığımızı gezdikçe anlıyorduk. Çocuk olsak da, fakındaydık.

Gezi başlamış, Yorgova’ya rağmen üçüncü günümüz de keyifli bir havada nihayet bulmuştu. Bu üçüncü geceyi Gabrovo şehrindeki bir okulun sınıflarında, yere yataklar sererek geçirecektik. Ancak her şey planlandığı gibi gitmedi. Uyumak niyetiyle yattık. Battaniyelerimize sıkı sıkı sarılmıştık, bir sağa, bir sola dönerek de olsa uyumaya çalışıyorduk. Velhasıl uyuyamıyorduk, diyelim. Saat sabahın ikisini geçmek üzereydi ama sağanak yağmur şiddetini ve vahametini  sürdürüyordu. Sadece şiddetli yağmur değildi bizi korkutan, gök gürültüsü ve kısa aralıklarla çakan keskin şimşekler de aklımızı başımızdan alıyordu. Korkudan ürpermiş, titriyorduk. Lakin Rusça öğretmeni Yorgova’dan çekiniyor, yerimizden kımıldayamaz halde çakılmış vaziyette,  titreyip duruyor, sesli nefes almaktan bile korkuyorduk. “Bundan daha kötüsü olur mu?”  demeyin, zira var: maalesef, kendisiyle aynı mekanda gecelemekteydik. Hani o anki korkumuzun şiddeti yüz birim olarak ifade edilirse, Yorgova’nın yakınımızda oluşundan  dolayı bizim korkumuz beş birim daha fazla hissedilmekteydi. Diğer sınıflarda Yorgova yoktu. Yani biz, beş birim ekstra hoca korkusu payındaydık. Öyle de hissediliyordu, zaten.

Gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, kapılar pencereler zangır zangır titriyor, sarsılıyorlardı adeta. Saat sabahın üçüne doğru yol alırken birdenbire hiç unutamayacağım bir şey oldu: sınıfın içinde devasa, kocaman bir karaltı belirdi. Bana göre üç insan eninde, bir buçuk insan boyundaki dev gölge ayağa kalktı, oracıkta dikildi. İlkin ne olduğunu anlayamadığım bir takım hareketler yaptı, sonra heyecanla, başını yukarıya kaldırmış  kısa kısa sözcükler mırıldanarak, kendince bir fısıltıyla konuşuyordu. Eminim ki benden başka da gören vardı ama korkusundan ses çıkaramıyordu. Halim gerginlikten arınmış, farklı bir hale doğru evriliyordu. Yine de kendimi toparladım, ne dediğine kulak verdim. Bulgarca ve Rusça, Slav Dilleri ailesine mensup, birbirine yakın lisanlar zaten.

  • Balkanlarda Kalan Çocukluğum” adlı anlatı kitabından kesit, 2. Baskı, Tilki Kitap, İst. 2020.

Dolayısıyla hem duyuyor, hem anlıyordum söylediklerini: “Bog da pomogne. Boje, pomogni, Boje Gospodi!”…

Dudaklarından dökülenleri ayan beyan işitiyordum. Türkçesi ise: “Tanrı yardım etsin. Tanrım, yardım et! Tanrım, sen büyüksün.” gibi bir mealdeydi. Dizlerinin üzerine çökmüş bu kocaman gövde gölgesi elleriyle de bir takım hareketler yapıyordu. Yağmur ve gök gürültüsü şiddetini artırarak acımasız hükmünü sürdürüyordu. Yorgova öğretmenimiz sadece dua etmiyor, aynı zamanda haç da çıkarıyordu. Bize durmadan: “Allah yoktur, dinler hurafedir.” diyen büyük komünist, koca Rus insanı Yorgova şimdi istavroz çıkarıyordu. Yani Latince adıyla “Signum Crucis”-u icra ediyordu, canlı ve içtenlikle. Artık yağmurun sesini ve gök gürültüsünü duyamaz olmuştum, korkumun yerini ise bambaşka bir duygu kaplamıştı. Ben öğretmenimizin o an söylediklerini o gece de, evvelinde de hep dinlemiştim zaten. Anneannemin bana öğrettiği Rabbi Yessir duasını da yağmur ve gök gürültüsü duyduğumda sürekli tekrar etmişimdir:

Rabbi yessir velâ tuassir, Rabbi temmim bi’l-hayr.”

Anlamını bu olaydan çok sonra merak edip öğrendiğim bu dua meğer ne kadar derin içerikli, ne kadar güzelmiş: “Rabbim, işlerimi kolaylaştır, güçleştirme. Rabbim, bu işi hayırla tamamla!”

Velhasıl o koca komünist Rus kadınını dua ederken gördükten sonra içimden dedim ki: “İyi ki anneannem varmış, iyi ki bana bu duayı henüz sekiz yaşımdayken öğretmiş, ezberletmiş.“

Gezimiz, ertesi gün kaldığı yerden devam etti. Hocamıza gördüklerim hakkında bir konuşma konusu açmayacağımı biliyordum. Açmayı hiç dülünmedim zaten. Ben dersimi almıştım. Yeterdi bana, çok şükür. Yine de hatırladığımda, o kabus gibi gece anılarımda canlandığında: “O da biliyordu. O da biliyordu, Alllah’ın varlığını, var olduğunu çok iyi biliyordu.” – diyorum. Var mıydı, yok muydu sorusu da gereksizdi. Her zaman olduğu gibi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Author: nevka