SARI ÇİĞDEM

İsmail Yakup

On yıldan beri çalıştığım Sağlık Ocağına bu sabah da erken gittim. Kapıyı tam açacaktım ki, arkamdan bir ses geldi:

“Merhaba doktor.”

“Merhaba” dedim ve dönüp baktım. Sokağın alt tarafında yaşayan Fatma Nine’nin oğluydu. Kapıyı açtım ve elimle işaret ettim:

“Gel Hayri, gel.”

Geçen on yıl içinde köy sakinlerinin hepsi en azından üçer-dörder defa ziyaret etrmişlerdi Sağlık Ocağını. Bir Fatma Nine ve oğlu başvurmamışlardı bana şimdiye kadar. Hakikaten de ve çok şükür, ikisi de sapasağlamdı. Hele Hayri’nin taşı sıksa suyunu çıkaracak gibi bir hali vardı daima. Şimdi de sağlık sıkıntısı var gibi görünmüyordu ve ‘Ne oldu, beni rüyanda mı gördün?’ diye şaka etmek geçti aklımdan. Fakat çehresinde bir üzüntü var gibime geldi ve dilimin ucundaki sözleri yutmak zorunda hissettim. Çalıştığı mermer ocağındaki işine gitmezden önce yanıma uğramasının elbette ki, bir sebebi olmalıydı.

“E-e, söyle bakayım” dedim ve ne diyeceğini sabırla bekledim.

“Annem iki gündür yatıyor ve hiçbir şey yemiyor, doktor. Sadece  ‘İştahım yok’, diye tekrarlıyor. Bize kadar gelsen ve onu bir muayene etsen…”

“Ateşi, titremesi veya dikkatini çeken başka bir şeyi var mı?”

“Her sorduğumda ‘Hiçbir yerim ağrımıyor, sadece kollarımda ve bacaklarımda bir kesiklik var’ diye cevap veriyor.”

İlk Yardım çantasını elime aldım ve Hayri’nin ardına takıldım.

Fatma Nine’nin kocası bu fani dünyayı genç yaşta terketmiş. Kadın iki kızını ve oğlunu yalnız başına büyütüp ele güne katmış. Yaşı sekseni aşmış olmasına rağmen şimdiye kadar bir defacık bile kapımı çalmadı. Sesi de dinç, pürüssüzdü. Her cuma günü öğleden sonra  evin sundurmasına oturuyor ve sesle Kur’an okuyordu. Diğer günlerde ise bahçede ve avluda gezinirken sık sık  alçak sesle türkü çığırıyordu. En çok “Çimene yavrum çimene, çiy düşmüş gonca güle! İşittim yarim evlenmiş, geçinsin güle güle!” mısralarını tekrarlıyordu. Hem de hayli bir içtenlikle yapıyordu bunu. Bahçede ve avluda türkü çığırıp dururken Sağlık Ocağı’na girip çıkanı da görüyordu ya, akşamları işten çıkarken bana laf atmadan edemiyordu:

“Bugün de aylak kalmadın. Ziyaretçilerinin ardı arası hiç kesilmedi!”

“Komşular beni sayıyorlar ve kapımı sık sık açıyorlar! Bugüne kadar bir sen beni ziyaret etmek lütfunda bulunmadın!” diyordum. O da şakaya şaka ile cevap veriyordu:

“Doktor, senin yanına derdi olanlar geliyor. Benim de hastalanmamı ve senin kapını sık sık dövmemi mi arzu ediyorsun?”

“Sakın ha! Sakın hasta olmayasın ki, ne sen beni, ne de ben seni ziyaret edeyim!” diye devam ediyordum ben de.

“Başka defa da söylediğim var ya, şimdiye kadar benim tenimi görmek hiçbir doktora nasip olmadı!” diye cevap veriyordu her defasında. İşte bunun için, ne gizleyeyim, yattığı odanın kapısını açarken az da olsa tedirgindim. Lâkin muayeneden sonra rahat bir nefes aldım. Ciddi bir şeyi yoktu. Soğuk almış ve azıcık hararet kaldırmıştı. Bir iğne yaptım ve oğlunun getirdiği sandalyeye çökerek neticeyi bekledim. Fatma Nine oğluna:

“Hayri, oğlum, doktor kapımıza siftah geliyor, bir kahve bari ikram et adama” diye fısıldadı ve çok geçmeden gözleri küçülerek uykuya daldı.

Sandalyede otururken gözlerim pencere üzerindeki sergene kaydı. İtina ile dizili bir sürü kalaylı sahan arasında iki de kitap yatıyordu. Merakımı yenemedim ve kitaplara uzandım. Biri beklediğim gibi Kur’an-ı Kerim’di. Diğeriyse “Arzu ile Kamber” destanının altmış beş yıl önceki baskısı. Defalarca okunmaktan hayli yıpranmıştı. Hemen hemen her yaprağın arasına bir çiçek kurusu kıstırılmıştı: mavi sümbül, kırmızı gül, mor menekşe… Son iki sayfanın arasında henüz kurumaya yüz tutmuş bir sarıçiğdem yatıyordu.

Hayri kapıdan girip kahve tepsisini önüme koydu ve sakin sakin sordu:

“Kitapları mı gözden geçiriyorsun?”

“Ben kitap kurduyum. Hele çok eski olmaları dikkatimi çekti. İkisini de hayli yıpratmışsın. Kimbilir kaç defa okudun onları.”

“Annemin işi. Ben elime kitap almaya alışık değilim.”

“Annen okumayı biliyor yani?”

“Kur’an-ı Kerim’i okur, Türkçe yazıları da su gibi okuyor.”

Kahveden sonra hastanın tansiyonunu ve hararetini bir daha ölçtüm. İkisi de normale gidiyordu. Kalktım ve iş yerime döndüm.

Sağlık Ocağı’nın az ötesinde oturan ve her öğle camiye giden Kazancıoğlu Mümün Amca’nın yolu haliyle iş yerimin sokağından geçiyordu. Evden çıkar çıkmaz onu öyle bir öksürük tutuyordu ki, kapıma dayanmayıncaya kadar bir türlü kurtulamıyordu ondan. Yazın kapımı, kışın bacamı gözlüyor ve iş yerinde olduğumu anladığında yanıma uğramadan edemiyordu. Namaz vakti gelinceye kadar birlikte kahve içerek sohbet ediyorduk.

Bugün de öğleye doğru sokaktan öksürük sesi gelmeye başladığında cezveyi ateşe sürdüm. Az sonra öksürme kesildi ve Mümün Amca kapıyı çaldı. Yaşarmış olan gözlerini elinin tersiyle silerekten konuştu:

“Merhaba, doktor! Cezveyi ateşe sürdün mü?”

“Sürmez olur muyum, Mümün Amca! Öksürüğünü duyar duymaz hallettim bu işi! Son günlerde sigarayı yine çoğalttın galiba?”

“Yok öyle şey, canım. Her gün içtiğim kadar işte. Bazen o kadar da içmiyorum. Lâkin buranın havasından mıdır nedir, sizin sokağa girdiğimde öksürük beni hemen yokluyor.”

“Verdiğim ilaçlar da, sigara içmeyi kısıtlamak da öksürüğün azalmasına fayda etmiyor demek istiyorsun, öyle mi?”

“He, ya…”

“Mümün Amca, doğrusunu söylememi istiyorsan, bazen zorla öksürmeye çalışıyorsun gibime geliyor.”

Bıyık altından esrarengiz bir şekilde gülümsedi:

“Haklısın. Öksürmeme işte şu tütün mereti de sebep oluyor, ama daha ziyade geldiğimden haberin olsun da cezveyi ateşe süresin diye yapıyorum bunu.”

Karşımdaki sandalyeye yerleşti ve  tütün tabakasını çıkardı.

“Doktor, bana yan baksan da, bakmasan da, cıgarasız şu kahvenin tadı tam olmuyor işte!” diye hımırdadı ve kalın bir sigara beledi.

Kahveyi fincanlara dökerken gözlerim masa üzerine bıraktığı şapkaya gitti. Yanıbaşında taze açmış bir sarıçiğdem takılıydı. İki gün öncesi de onun kenarında böyle bir sarıçiğdem vardı, şimdi hatırladım. Havadan sudan dem vururken lafı değiştirmeden edemedim:

“Keyfin yerinde demek, Mümün Amca. Bakıyorum, şapkana çiçek bile takmışsın.”

“Bahçemizdeki çiğdemler bugünlerde öyle güzel açtı ve öyle hoş kokuyor ki! Evden çıkarken sabredemedim, bir tane koparıp şapkamın kenarına taktım işte” dedi ve dudaklarının üzerinde o esrarengiz gülümseme  yine belirdi. Son yudum kahveden sonra kalktı.

“Eline sağlık, doktor. Tatlı sohbete doyum olmaz. Namaz vaktine az kaldı. İmam efendiyi bekletmeye gelmez. Haydi, bana eyvallah!”

Şapkayı başına yerleştirirken sarıçiğdemi olduğu yerden usulcacık çıkarıp kulağına kıstırdı. Ardından kapıya kadar çıktım ve:

“Öğleden sonra da buradayım Mümün Amca. Dönüşte yanıma tekrar uğrarsan sohbete devam edebiliriz!” dedim.

Kapıdan beş-on adım uzaklaştığında tekrar birkaç defa öksürdü ve şapkasını başına daha iyi yerleştirmeye çalıştı. Derken sarıçiğdem kulağından kayıp yere düştü. Fakat Mümün Amca bunun farkına varmamış gibi sakin sakin yürümeye devam etti.

Bir dakika geçmedi, Fatma Nine elinde bir süpürge ile sokak kapısına çıktı, bir sağa, bir sola baktı, süpürgeyi yere bir-iki defa çaldı ve sokağın ortasına doğru yürüdü. Sarıçiğdemin yanına geldiğinde eğildi, onu  oradan  aldı, tozunu dikkatle üfürdü ve birkaç defa kokladı, sonra kulağına taktı ve sakin adımlarla ilerleyerek kapı ardında kayboldu.

Bu olay beynimi bütün gün kurcalayıp durdu. Ertesi sabah Sağlık Ocağı’na geldiğimde de aklımdan çıkmıyordu. Ziyaretçilerimi çabuk elden  muayene ettim, İlk Yardım çantasını omuzuma vurdum ve Fatma Nine’nin kapısına dayandım. Beni görünce hayret dolu sesle konuştu:

“Hoş geldin, doktor! Hayrola?”

“Hoş bulduk Fatma Nine. Oğlun beni ikinci defa aramadı. Sağlık durumun tamamiyle iyileşip iyileşmediğini anlamak istedim!”

“O iğneyi yapmandan ve o çıbığı koltuğumun altına kıstırmandan sonra hiçbir şeyim kalmadı, doktor! Kurt gibiyim vallahi, çok şükür!”

“Çok iyi. Sevindim doğrusu. Gelmişken tansiyonunu bari ölçeyim.”

“Ölç!” dedi ve yatağın kenarına oturarak kolunu hemencecik sıvadı.

Tansiyonu dikkatle ölçtüm ve dedim:

“Hakikaten de kurt gibisin Fatma Nine! Tansiyonun yirmi yaşındaki gençlerinkinden farksız!”

“Sağ ol, doktor! Bu iyi sözler için sana büyük bir kahve ikram edeceğim!” dedi Fatma Nine memnuniyet dolu sesle, mutfağa gitti.

Zaten tam bu anı bekliyordum. Hemen sergendeki kitapları aldım ve ince olanı acele acele açtım. Son iki sayfanın arasında şimdi iki sap sarı çiğdem vardı. Sonuncusu taptazeydi.

Author: nevka