SABAH TRENİ

Halit Aliosman Dağlı

Öğle, kimse farkında olmadan geldi öyle. Gölgeler döndü uzadı. Üzeri teneke örtülü yatakhanenin önünde birin ikin kalabalık çoğaldı. Gelen birikti, gelen birikti. Kimi kundurasını boyuyor, kimi elbisesini değiştiriyordu. Çantalar, torbalar hazırdı. Traşını tamamlıyan kolonya şişesini saçına başına aktarıyordu. Etrafa bir güzel koku yayılmıştı…

Durmuş kenarda durmuş, kalabalığa karışmıyordu. Ellerini beline dayamış kendi aleminde dolaşıyordu. Pantolonun paçası bir yandan yırtılmıştı. Saçlarını iyice toz bağlamıştı, değirmenden çıkmış gibi. Aynı renkte olan kaşları altında gözleri şılıyordu sadece. Bir dönüyor ötelere, işyerine bakıyor, bir dönüyor göz kaş arasından arkadaşlarını seyrediyordu. Yüreği de göğsünü delecekmiş gibi vuruyordu. Yerinde birkaç adım kıpırdandı, olmadı. Gene boş boş ötelere bakınmaya başladı. Gözlerini arkadaşlarından kaçırıyordu.

Arkasından bir ses duydu bu anda, belinlercesine kendini toparladı:

“Hadi amcaoğlu!”

“Ben gitmiyeceğim.”

“Burda ne yapacaksın yalnız başına?”

“Dinleneceğim, sen ingene selam söyle!”

İlkin amcası, ardından da torbalarını yüklenen arkadaşları birer birer yanına gelmeye başladılar. Biri:

“Hadi seni bırakmayız burda”

Öbürü:

“Sensiz nasıl gideriz?”

Biri:

“Beklerler ne deriz?”

Öbürü:

“Hastalanmış derler telaş olur.”

Biri:

“Çocuğun, babam nerde der.”

Öbürü:

“Yenge de pazarı zor yapmıştır.”

Biri gülümsedi sonra. Yere bakındı, arkadaşlarına bakındı:

“Gidip kirimizi yumuşatalım!”

Hiç kimsenin sözlerini duymuyor, ya da konuşulanlara aldırış etmiyordu Durmuş. Bu sadece öyle görünüyordu belki de. Ve kimsenin beklemediği anda başının tozunu silkercesine hızla döndü. Yüzü kıpkızıldı. Sonra hafiften sarardı. Dudakları ağardı, kanı çekildi. Yüzünün hatları titredi. Yumruklarını sıktı:

“Size demedim mi, gitmiyeceğim.”

Kalabalık usuldan geldiği gibi birin ikin dağılmaya başladı. Aralarında hımırtılar duyuluyordu:

“Biz adam belledik, ayağına vardık.”

“Arkadaş dedik ayırmaya istemedik.”

“Ayrılmak istemedik.”

Kalabalık bir an için gene yatakhane önünde toplandı. On beş kadar vardılar. Durmuş hep orada durmuş, ayağıyle toprağı dürteliyordu. Arkadaşlarından yana bakmıyordu bile. Kalabalıktan biri:

“Tren vakti geldi.”

“Gidelim mi?”

“Duralım da ne edelim!”

Durmuş’un amcası olan gene seslendi:

“Agamoğlu gelecek misin?”

Ün yoktu. Dağın taşın dili var Durmuş’un dili yoktu, Durmuş anlamıyordu.

Onlardan biri:

“İyi olurdu.” dedi.

Biri:

“Olurdu ya!”:

Öbürü:

“Ben azıcık kavradım bu işi ama…”

Biri:

“Ben de…”

Öbürü:

“Laf çıkmasın!”

Biri:

“İyi olmadı.”

Öbürü:

“Sonu hayırlı olsun.”

Durmuş’un amcası başını yere eğmiş hem yürüyor, hem düşünüyordu:”Sorurlarsa ne derim. İyi derim, gelmedi derim. Dinlenmeye kaldı. İnanmazlarsa bir de!…”

Durmuş’un saçlarında rüzgar usul usul dolaşıyordu. Ayağıyle hiç durmadan uzun zaman toprağı dürttü durdu. Sanki orada bir şeyler bulmuş, ya da bulmaya çalışıyordu. Bakışlarını bir an olsun yerden ayırmıyordu. Dolaylarında ses soluk kalmayınca başını kaldırıp yatakhaneden yana baktı. Dağ başında rüzgarların mütemadiyen dövdüğü kuru bir ağaç gibi kalmıştı. Suyu savrulmuş viran bir değirmen. İn yok, cin yok. Bu durumu sezince yüreği üşüdü. Ardından da telaşlı telaşlı çarpmaya başladı. Yavaş, ayak sesleri duyulacağından korkan insanın telaşı içinde yatakhaneye doğru geldi. Açık pencereden dizili yataklar görünüyordu. Sağdan birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü yatak onundu. Üçüncüsü amcaoğlunun. Dört de bu yanda, sekiz. Sekiz kişi. On altı göz. İkisini çıkar on dört mü kaldı. On dört gözden uzak kalacak bu akşam. Çıkarılan ikiye daha iki ilave et. Oldu mu dört. Dört göz arasında bir gece. Geliverir şöyle kapıya tık tık… Ben yaklaşırım ama açmam. Seslenirim şöyle… Ve kim o? İncecik bir ses, açsana, der. Sen kimsin demem. Açarım hemen. Güzel, tatlı tatlı güler. Benim yüreğim…

İstasyon tarafında tren düdükleri ötünce Durmuş kendini toparladı. O yandan siyah dumanlar yükseliyordu. Lokomotifin homurtusu gittikçe yaklaşıyordu. İçeri girse olmıyacak. Yatakhanenin arkasına kıvransa gene olmıyacak. İyisi mi gene demince arkadaşlarıyla ayrıldığı yere vardı dikildi. Tren usul usul yaklaşıyordu. Ellerini gene arkasına bağladı, ayağıyla toprağı ovmaya başladı. Tren geldi geçiyordu. Başını kaldırmadan edemedi. En geriki vagondan arkadaşları başlarını çıkarmış el ediyorlardı. Pencerenin birinde yüzünü cama iyice yamamış gibi hiç kıpırdamadan amcaoğlu duruyordu.

Neden el etmiyordu yalnız başına kalan amcağoğluna! Kim bilir!

Treni gözleriyle ta uzaklara kadar uğurladıktan sonra döndü, yatakhaneye geldi. Pencereden yataklar görünüyordu gene. Bakmadı lakin. Hayallenmedi de. İçeri girdi, yatakların yakınında bulunan kimi çamurlu, kimi içleri kum dolu lastik babuçları ayağının burnuyla yatak altına doğru itti. Bir yandan bulup getirdiği damacanı doldurdu, yerlere su serperek odayı süpürdü. Külü köbürü dışarı attıktan sonra odanın ortasında dikili kaldı. Sanki ne edeceğini bilemiyordu. Bir tarafta ses sada yoktu. Kulaklarında mütemadiyen bir çınlama. Duruyor, dinliyor hep aynı ses, hep aynı uğultu. Gözleri önünde alacalı bir şey dolaşır gibiydi…

“Seni yalnız nasıl bırakalım!”

“Gelmezsen olmaz!”

Duvarlarda bu sözleri söyleyenlerin simalarını yaşatmaya çalışıyordu. Sesleri hala kulağındaydı, çehrelerini hatırlayamıyordu hepsinin. Bin zorla yerinden itermiş gibi kıpırdadı. Duvardan havluyu, bavulundan sabunu alarak çeşmeye doğru yürüdü. Başını musluk altına soktu, göğüslerinden aşağı doğru, ta beline, göbeğine kadar yıkandı. Yıkandıkça açılıyordu. Su gözünü gönlünü açmıştı. Sonra silinerek geri döndü, odaya girdi. Süpürülmüş tahta döşeme ıslak, tozlu kokuyordu. İştahlı bir öksürdü. Kenarda duvara yakın olan yatağa yaklaşarak bavulu açtı. Beyaz çamaşırlarını çıkardı. Ve etrafına bir göz attı. Üzerinde gitgide tatlı ürpertiler hissediyordu. Şöyle çırıl çıplak soyunarak çamaşırını değiştirmeyi düşündü. Ve soyunmayı tasavvur etmek heyecanını artırdı. Gömleğini usuldan sıyırıp attı. Sağlam vücudunda kalbinin vuruşlarını hissediyordu. Sonra temiz gömleği giydi, donunu çıkarıp attı. Bir taraftan seyredenler varmış gibi acele acele yaptı bunu. Üstbaşı tertemizdi artık…

Gün alçalmıştı. Yumuşak sızılar içinde yatağa uzandı. Döndü baktı, daldan dala atlayarak hayaller kurdu, her şey aklına geliyor, ille bir türlü gözüne uyku girmiyordu. Duvardan yana döndü, gözlerini yeniden yumdu. Gene olmuyordu. Gene hayallendi… Kapıya kadar geldin. Ben yalnızım… Yabancı kadınla yatmadım şimdiye kadar… Vurdun. Açtım. Sekiz kişilik odada, karanlıkta dört göz… Seni aldım yanıma. Hani yalnız kal gelirim dedindi, kaldım işte. Sen de geldin, elinden bileğinden tutarım yavaşça:

“Gel şuraya, gel, derim.”

“Gel de şöyle yapayalnız karanlıkta…”

Ve gelen yatağın bir yanına oturmuştu sanki. Tepeden tırnağa kadar bakıyordu. Ayakları apak, omuzbaşları sivrice, saçları ipek gibi. Gerdanı bembeyaz. Sonra… Sonra… Elimi şöyle…

Ve tatlı ürpertiler bütün vücudunu sarıyordu Durmuş’un. Ateş yağıyordu vücutuna, yüzüne. Kollarına, bütün etlerine. Bir de yakıyordu. Tatlı tatlı geriniyordu…

Tren düdükleri öttü. Uzaklardan ama, çok çok uzaklardan. Durmuş’a öyle geldi. Ve derin uykulardan uyanırcasına kendini toparladı. Gözleri büyük büyük açıldı. Tren düdüklerinden, lokomotif bacalarından havalanan dumanlar içinde gerilere kadar açılmış gözlerle bakıyordu. Orada, tren dumanları gibi saçları savrulan güzel bir gelin vardı. Yanında da yumuşacık bir bebe… Durmuş gözlerini oradan alıyor, yüreğini alamıyordu. Herkesin yüreği bir değildi. Arkadaşları vardılar mı ola eve! Varmadılar daha, yaklaştılar. Karı bizim pencereden görür gelenleri. Hemen başı açık, gül tomurcuğu gibi taze dışarı uğrar, yollarını keser. Amcaoğlunu yakalar:

“Hani Durmuş agan?”

“Bu hafta dinlenecek, gelmiyecek!”

“Dinlenecek mi?”

“Öyle dedi”.

Ve kıkır kıkır güler bizim gelin. Hafiften de yüzü kızarır. Aklına gelenleri hep alemlerin anladığını sanır zaten. Bir laf söyler kızarır. Ve çabuk çabuk eve girer. Bana demişti sen sabah treninde gel Durmuş. Sabah trenleri, sabah gecenin gömleğinden sıyrılırken geçer burdan. Ben çıkar pencereye seni ardıçlar arkasındaki yoldan gözetirim. Sen beni görünce çocuğumuzun gözlerine benzeyen semaya bakar, koşarsın koşarsın geliverirsin. Sabahlarda başlanan iş hayırlı olur…. Giriverirsin sıcacık yatağa, sıcacık hem de yumuşacık… Sabahları yalnız kalan gelinlerin yatağından sıcak yer yoktur…

“Öyle gelirim Hazel.”

“Öyle gel”

“Akşamsı bin trene!”

“Akşamsı binerim trene!”

Habire kaynayan lokomotif dumanları içinden Hafize kayboldu. Homurtu geliyordu, akşamın henüz inen karanlığında akşam treni çıkmış geliyordu. Durmuş donca gömlekçe bir taraftan ateşe yakalanmış gibi pencereye koştu. Titreyerek dizi dizi geçen pencereler karanlıkta insan gözü gibi şılamaktaydı. Durmuş’a sanki bir soru soruyorlardı:

“Hadi, niye durursun?”

Durmuş dili damağı kurumuş bakıyordu. Sonra trenin arkasındaki kor gibi hala yanan lambayı kayboluncaya kadar seyredip durdu. Hafiften uzaklaşan homurtudan sonra kapının tık tık, tık tık çalındığını hissetti…

Döndü, kapıya doğru adımlayacak oldu, kulağına çalınan tekerlek sesleri bir türlü sönmüyordu. Yatakhanenin ortasında taş kesilmiş kıpırdamadan kaldı…

Kapı hala çalınmaktaydı…

 

Author: nevka