İSTANBUL TRENİNDE ALTI BULGAR YOLCU

Hüseyin Mevsim

 

Birkaç ay sonra ilan edilerek bütün dünyayı ateş çemberine alacak, devletlerarası dengeleri alt üst edecek ve insanlığı farklı bir evreye taşıyacak olan İkinci Dünya Savaşı arifesinin ürpertici sessizliğinde, bahar tazeliği fışkıran bir Mayıs gününde, Sofya Garı’nda, Avrupa’dan gelen treni bekleyen yolcular arasında, giyim kuşamıyla ve özellikle de havalı fötr şapkalarıyla sanat insanı olduklarını belli eden altı kişilik bir küme dikkat çekiyordu. Peronda yanlarından geçen yolcuların çoğu bu seçkin simaları tanıyor ve hafif baş eğerek selamlıyordu. İki aile ve birer kadın ve erkekten oluşan bu kümedeki yolcular arasında, Bulgar toplumunun büyük çoğunluğunun çok iyi tanıdığı bir hikâye ve masal yazarı ve birkaç yıl öncesine kadar Milli Tiyatro’nun parlak bir kadın oyuncusu da yer alıyordu.

1930’lu yıllarda, özellikle dünyayı saran iktisadî buhranın yarattığı sarsıntı atlatıldıktan sonra, Bulgar toplumunda gerek ülke içinde, gerekse yurtdışında seyahat etme kültürünün yaygınlaştığı, yakın ve uzak coğrafyaları tanıma merakının arttığı görülüyordu. Özellikle de yolculuk izlenimlerini kaleme alarak bütün okurlarla paylaşmak güzel bir geleneğe dönüşüyordu. Bu bağlamda, toplumda karşılık bulan coğrafya kitapları dizileri oluşturuluyor, turistik broşürler yayın hayatına başlıyor, dünyanın en akla gelmez ülkeleriyle ilgili onlarca seyahatname çıkıyordu. Sözü edilen eğilimde daha çok uzak, gizemli ve egzotik yerler önceleniyor, burnunun dibindeki komşu coğrafyaların ziyareti ise atlanıyor veya erteleniyordu.

Perondaki Bulgar edebiyat ve sanat insanları da Avrupa’nın epey ülkesini ve şehrini görmüş ve gezmişlerdi, ancak yanı başlarındaki İstanbul’un ziyaretine bir türlü zaman ayıramamışlardı. İşte bundan dolayı bekledikleri ve biraz gecikmeli gelen trenle doğuya, güçlü imparatorluklara payitahtlık etmiş şehre doğru yola çıkmışlardı. Bir atımlık mesafede bulunan ve yarım yüzyıl öncesine kadar milli tarihlerinin yazgısında bunca belirleyici rol oynayan dünya şehrinin özgünlüğünü ve eşsiz güzelliğini daha yakından tanımak, ruhunu hissetmek istiyorlardı. Ancak bu seyahatin sadece turistik amaçla yapılmadığı, arka planda başka bir niyetin olduğu, bir taşla iki kuşu vurmanın peşinde olunduğu da anlaşılıyordu.

Şöyle ki Bulgar entelektüeller iki komşu ülke insanlarının, birkaç yüzyıl süren ortak geçmişe rağmen birbirini yeterince tanımadığını görüyor, özellikle gazetelerde bazen karşılıklı saldırıların işte bu tanımazlıktan ve kayıtsızlıktan kaynaklandığını düşünüyorlardı. Daha da ötesi, iyi niyet çerçevesinde bir araya gelmenin, diyalog kurmanın ve ikili ziyaretlerin oluşturacağı olumlu iklimin birçok meselenin çözümüne ve önyargı bariyerlerinin aşılmasına zemin hazırlayacağına inanıyorlardı. Her iki ülkeden kalburüstü yazarların öncülüğünde kurulacak ve odağına kültürel işbirliğini alacak ortak bir komitenin yapıcı faaliyetlerinin toplum üzerinde olumlu etki yaratacağından kuşku duyulmuyordu. Ayrıca, iki ay önce başbakan Georgi Kyoseivanov’un Ankara’yı ve İstanbul’u kapsayan resmî ziyaretiyle Bulgaristan ve Türkiye arasında siyasi ve diplomatik temelde tazelenen güvenin kültür ve sanat alanında da yansıma bulmasını gerekli kılıyordu.

İstanbul’da bulunulduğu sırada Fransızca çıkan Journal d’Orient gazetesinin muhabiriyle yapılan söyleşide, Bulgar edebiyatının önde gelen şairleri, Türk edebiyatının Bulgar edebiyatı üzerinde bıraktığı izler, İstanbul’un Bulgar manevi uyanışının ocağı şeklindeki rolüyle ilgili bilgi verildikten sonra, iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa bir değerlendirilmesinin yapılması istendiğinde, Bulgar aydınlar şu tespitte bulunuyorlardı:

“İki ülke arasındaki ilişkiler neredeyse yok denecek kadar az ve bizce artık bu ilişkileri tesis etmenin zamanı geldi. Bulgar yazarlar, iki ülkenin yazarları arasında kurulacak olan bir ortak kültür komitesinde yer almaktan mutlu olacaktır. Bu arada bizler bu yoldaki ilk adımı atmak üzere geldik.” Ancak çoğu Türk yazarın o sırada Ankara’da bulunmasından dolayı misyonun bu yönü eksik kalacaktı.

Döndükten sonra kaleme alınacak yazılarla iki komşu ülke arasındaki dostluğun pekişmesine katkı sağlanması amaçlanıyordu. Yolculuk hazırlığı esnasında kendilerine Türkiye Cumhuriyeti’nin Sofya Büyükelçisi, Ekselansları Ali Şevki Berker can sıkıcı formaliteler hususunda yardımcı olmuş, İstanbul Valiliği’nin hususi turizm bürosuna da gerekli misafirperverliğin esirgenmemesi için haber göndermişti.

Hikâye ve masal yazarı yolcunun daha önceden şehrin, yakın ilgi duyduğu tarihiyle ilgili çok şeyler okuduğu, seyahat somutlaşınca da yabancı dilde epeyce kaynağı dikkatle karıştırdığı anlaşılıyordu; bilinçli bir ziyaretçi olarak şehrin özellikle Bizans devrini kapsayan bilgilerle kuşanmış olduğu seziliyordu.

Avrupa’dan devlet sınırlarını, karı henüz erimemiş dağları, narin yeşil örtüyle kaplanan ovaları, ilkbahar yağmurlarından halen bulanık akan nehirleri aşarak gelen yorgun trenin tekerlekleri tiz tiz gıcırdayarak durdu. Yolcular ellerindeki valizlerle vagonlara yöneldi ve koridorlardaki kısa bir karmaşadan sonra herkes kompartımanına girdi. Sanki ilk defa yolculuğa çıkarmış gibi bir heyecanla bagaj yerleştirildi, fötr şapkalar çıkarıldı, yüzlerdeki ince ter el mendiliyle silindi, trenin ve kompartımanın ilk anda burunu sızlatan o yağ, buhar ve metal karışımı kokusuna alışıldı ve derin nefes alındıktan sonra yolculuğa hazır hale gelindi.

Yakından takip ettiğimiz yolculardan biri pencere kenarına oturduktan sonra çantasından çıkardığı küçük not defterini ve kalemini kenara koydu. Uzun yıllardır böyle bir alışkanlık edinmişti, hiçbir yere deftersiz ve kalemsiz gitmiyordu, zira yolculuk esnasında çarpıcı bir karşılaştırma veya benzetme aklına geliyor, dikkatini çeken bir atasözü veya kelime, bir hadise duyuyordu ve unutmamak için bunları o an kâğıda aktarmayı seviyordu. Hafıza-i beşerin nisyanla malul olduğunu pekâlâ biliyordu, kaç defa “Bunu unutmam mümkün değil” dediği ayrıntıları sonra bir türlü hatırlayamadığı oluyordu. İşte şimdi de, daha sonra yazmayı düşündüğü esere işlemek üzere yolculuk sırasında gördüğü ve duyduğu her şeyi not edecekti. Şaka iş değildi, herhangi bir yere değil, İstanbul’a, atalarının Tsarigrad, yani ‘çarlar şehri’ veya ‘şehirlerin çarı’ diye adlandırdıkları o aziz şehre gidiliyordu. Ülkesinin yakın tarihinde bu şehrin ne denli önemli olduğu gerçeği bir yana, bu cennet parçası yeri ziyaret etmenin bir ayrıcalığa dönüştüğünü, böyle birine artık İstanbullu dendiğini, bunun da adeta bir soyluluk payesi gibi bir şey olduğunu pekâlâ biliyordu. Her şeyin ötesinde, nüktedan, ağzından çıkan neredeyse her kelâmın kayda düşmeyi hak eden, feleğin ateş çemberinden geçmiş, yükselmenin ve yüzüstü yere çakılmanın ne olduğunu bilen bir kalem erbabıyla, bir köy bilgesiyle yolculuk ediyordu. Hiç böyle bir fırsat kaçar mıydı?

Yolcular yeni bir güzergâha yola çıkmanın heyecanını yatıştıradursun, on beş saat boyunca paylaşacakları kompartımanın ortamına alışadursun, bu fırsattan istifade biz de onlardan ikisini biraz daha yakından tanıyalım.

Yuvarlak yüz ve beden hatlarıyla tombulluğa meyilli olduğu görülen birinci yolcu, yazar Angel Karaliyçev’den başkası değildi. Kuzey Bulgaristan’da, ortaçağ Bulgar Devleti’nin başkenti olan Veliko Tırnovo [Tırnova] civarındaki Strajitsa köyünde, kendi halinde bir ailede dünyaya gelmişti (1902). Çocukluğunda, ardı sıra gelen savaşların bir cephesinden diğerine geçen babasını neredeyse görmemişti. Lise okumak için geldiği Tırnova’da geçirdiği birkaç yıl hayatının dönüm noktası olmuştu. Burada, bir edebiyat mualliminin teşvikiyle şiir türündeki ilk denemelerini kaleme almaya başlamış, hatta 1919’da bir talebe dergisinde bir şiirine yer verilmişti. Eski başkentin nehir kıvrımları üzerindeki eşsiz konumu, gizemli ortamı, her adımı ve köşesi buram buram tarih kokan sokakları genci adeta büyülemiş, Bulgar ortaçağına yönelik kalıcı bir ilgisinin uyanmasına neden olmuştu. Liseden sonra üniversitede okumak için para biriktirme uğruna bir yıl belediyede arazi ölçümcüsü olarak çalışmıştı.

Sofya Üniversitesi’ne eğitime gelen taşralı genç, pozitif bilimler okumak istediğinden dolayı Kimya Fakültesi’ne kaydını yaptırdıysa da, kimya ve fizik derslerinde hocanın sunumunu dinleyeceği ve not tutacağı yerde, en arka sıraya geçmiş ve ders defterlerine hikâyeler karalamıştı. Kimyanın, kimyasıyla hiç de uyuşmadığı dört yılın sonunda sadece iki sınavını verebilmesinden anlaşılmıştı. Neredeyse on yıldır çeşitli cephelerde savaşmanın ve bütün savaşları kaybetmenin bilançosuyla ağır bozguna uğrayan ülkesinin, henüz kasaba görünümlü başkentinde büyük bir darlık içinde yaşam mücadelesi vermiş, maddi imkânsızlığı zirve yapmıştı. Hatta mütemadiyen yarı aç bir hayat sürmesine ithafen, gazetelerde ve dergilerde çıkan bazı yazılarını, arkadaşlarının yakıştırdığı Mnojko Gladnev (Pek Açzade) takma adıyla imzalamıştı. Kimyadan sonra, 1928’de mezun olacağı Hür Üniversite’de diplomasi okuyacaktı. Ülkesine edebiyat mecrasında, bir diplomattan çok daha fazla hizmet edeceğini, edebiyatın ve sanatın yumuşak ve narin, ama etkili ve kalıcı gücüyle vatanının adını bütün dünyaya duyuracağını henüz hayal bile edemiyordu.

Ancak kronolojiye sadık kalma uğruna birkaç adım geriye, bir manzum şiirden oluşan ve edebiyat ormanında hiçbir kıpırtı yaratmayan ilk kitabını çıkardığı 1923’e dönelim. O yıl sadece genç Bulgar’ın kişisel yazgısında değil, ama ülkesinin tarihinde de sarsıcı bir kırılma noktasına dönüşerek derin bir uçurum açmış ve haliyle toplumun en hassas bireyleri olan sanatçılar üzerinde sarsıcı iz bırakmıştı. Önce 9 Haziran’da çiftçi hükümeti askerî darbeyle alaşağı edilmiş ve buna tepki olarak 23 Eylül’de patlak veren ve tarihe Eylül Ayaklanması diye geçen isyanı hükümet güçleri çok kanlı şekilde bastırmıştı. Komintern’in tazyikiyle Bulgar Komünist Partisi, kendi varlığını hatırlatmak ve ses getirmek uğruna işçi ve köylü sınıfını bile bile ateşe atmıştı. Organizasyonu cılız, en güçlü silahı elindeki sopa, kazık, kazma, kürek veya tırpan olan köylü ve işçinin masumane başkaldırısı resmî ordudan ziyade paramiliter gruplar tarafından görülmemiş bir şiddetle bastırılmış, Bulgar Bulgar’ı adeta kıyımdan geçirmişti. Edebiyatçılar buna sessiz kalmamış ve o yıllarda, bu sarsıntının bir refleksi niteliğinde ortaya çıkan edebî eserlerden Eylül Edebiyatı adıyla bir akım oluşmuştu. Daha çok şiirde tezahürü görülen bu akımın Geo Milev, Nikola Furnaciev ve Asen Raztsvetnikov gibi başlıca temsilcileri yanında Angel Karaliyçev de “Rıj” (Çavdar) adlı hikâye derlemesiyle yer almıştı (1925). Bu akıma ait eserlerde ayaklanmanın cereyanından sahneler sunulmuyor, ancak dizelerden ve satırlardan, kardeşin kardeşi vurmaktan mütevellit derin bir hüzün ve minör hisler süzülüyordu.

Karaliyçev’in gelişimindeki dönüm noktalarından birini de, sevilen çocuk şairi Ran Bosilek’in çıkarmış olduğu ve o yıllarda epeyce yaygın olan Detska radost (Çocuk Neşesi) dergisine masal yazma teklifinde bulunması teşkil etmişti. Usta çocuk şairi herhalde Karaliyçev’in düzyazısına özgü yalın anlatımı ve şiirsel üslubu hemen fark etmiş, bu yazı tarzının masal için de fevkalade uygun olduğunu sezmiş olacaktı. Bu meslekî teşvik sonucunda yazarın ilk masal kitabı “Meçe” (Küçük Ayı) çıkmıştı (1925). İlk başlarda yer aldığı ve Georgi Bakalov’un başyazarlığında çıkan sol eğilimli Nov pıt (Yeni Yol) dergisinden üç kalem arkadaşıyla ayrılarak Vladimir Vasilev’in Zlatorog (Altın Boynuz) dergisine geçmesi (1925) büyük tartışmalara yol açmış, davaya ve fikre ihanet olarak değerlendirilmişti. Ancak Karaliyçev fikriyatından feragat etmemiş, sadece dayatılan dogmatik, güdümlü ve belirli kalıplar içinde yazmayı ret etmişti. O yıllarda yayınladığı hikâye kitaplarında efsaneden masala, anlatıdan hikâyeye kadar engin halk dağarından ve folklor geleneğinden olabildiğince besleniyor, halk bilgeliğinin imbiğinden süzülmüş bu değerli malzemeyi işleyerek yeni bir havaya ve sanatsal hayata büründürüyordu.

Yine bu yıllarda (1926), adeta masallarda olduğu gibi, derin taşranın ezikliğini henüz üzerinden tam atamamış olan genç adamın hayatı, Sofya’nın zengin ve köklü ailelerinden birinin kızıyla tanışması sonucunda sil baştan değişmek üzereydi. Bu da ikinci yolcumuzla tanışmanın vaktinin geldiğini gösteriyor.

Genç ve içine kapanık yazarın tanıştığı kız Vela Uşeva, Sofya’nın kalburüstü ailelerinin birinde dünyaya gelmiş (1896), Berlin’de tiyatro eğitimi aldıktan sonra parıltılı bir kariyer vaat eden oyuncu kimliğiyle ülkesine dönmüştü. Daha soluklanmadan doğrudan Sofya Milli Tiyatro’da çalışmaya başlamış, kısa süreliğine Varna sahnesinin de tozunu yutmuştu. Ülkenin yıldız tiyatro sanatçısı kabul edilen Vela Uşeva ve Angel Karaliyçev beş yıl süren sancılı ve gelgitli bir beraberlikten sonra Şubat 1931’de dünya evine girmişler, ertesi yıl Paris’e balayına çıkmışlardı. Ancak evlilik kararına öyle kolay varılmamıştı. Kız arkadaşının ününden kıskançlık krizlerine kapılan, onu hayranlarıyla paylaşmak istemeyen, hatta sahnede sunulan çiçekleri atmaktan çekinmeyen yazar, hayatını birleştirmeyi düşündüğü kadını, “ya sahne ya ben” şeklinde özetlenebilecek keskin bir dilemma karşısında bırakmıştı.

Evliliğin şartı olarak kız arkadaşının sahneden inmesini, sanat kariyerini sonlandırmasını şart koşan Karaliyçev, aldığı olumsuz cevap karşısında odasına kapanıp tetiği çekerek intihar girişiminde bulunmuştu. Ağır yaralı halde son anda hastaneye yetiştirilen ve hekimlerin iki aylık mücadelesi sonucunda hayata tutunan yazar, göğsünden girip sırtına saplanan kurşunla ömür boyu yaşayacaktı. Aldırmasını söyleyenlere de, “Ne gereği var, canım; artık alıştı, yerini yaptı, onunla yaşayacağım.” diyecekti şakayla karışık. Arkadaşının bu beklenmedik çılgın girişimi üzerine, tedavi sürecinde başından ayrılmayan Vela, tozunu yuttuğu tiyatro sahnesinden inmeye ve kendisini tamamen eşinin çalışmalarına adamaya karar vermişti. İlk andan itibaren bütün el yazılarını daktiloya çekiyor, gerekli dergi ve gazete yazıhanelerine veya yayınevlerine götürüyor, eşinin bütün yazışmalarını ve teknik işlerini takip ediyordu. Arta kalan zamanında da örgü, işleme, süsleme ve ahşap oyma gibi elişiyle uğraşıyor, değerli sanat eserleri ortaya çıkarıyordu. İlk oğullarının yedi aylıkken vefat etmesi, 1935’te dünyaya gelen ve adeta üzerinde titredikleri kızları Anna’nın da iki yaşında aniden hayata veda etmesi çifti derinden sarsmış, genetik bir uyuşmazlığa bağlanan bu ölümlerden sonra artık çocuk sahibi olmama kararı almışlardı. Yıllar sonra masalcı ünü iyice pekişen Karaliyçev’e küçük okurları çocuğunun olup olmadığını soracak, ilk başlarda bu soru karşısında biraz afallayan yazar, daha sonra, “Evet, dünyadaki bütün çocuklar benim çocuklarım.” diye karşılık verecekti.

Karaliyçev, Barselona’da düzenlenen PEN kongresine (1935) giderken ve dönüşte Venedik, Monte Carlo, Marsilya, Cenova gibi yerleri ziyaret etmiş, dönüşte ilk seyahat notu olan Kuşların Daha Hafif Olduğu O Yer (“Tam, kıdeto ptitsite sa po-leki”) başlıklı eserinde İspanya’yı anlatmıştı. İki yıl sonra çıkan Bulgarların Memleketi (“Zemyata na bılgarite”) kitabında ise ülkesinin çeşitli diyarlarını ve yerleşimlerini tarihî perspektifle harmanlayarak tasvir etmiş, milli coğrafyanın manevi boyutunu öne çıkarmayı başarmıştı. İşte, 1939’un Mayıs ayında birkaç yakın arkadaşıyla İstanbul’a geziye çıkıyordu.

Angel Karaliyçev, 1944’ten sonra tesis edilen yeni düzenle uyum içinde geçinmeyi tercih ederek aykırı bir tavır sergilemekten özenle kaçınacaktı. Suya sabuna dokunmayacak, 1947’den sonra tamamen her türlü aykırı sesi boğan ve yek kalan komünist iktidarın güvenini sonsuz kazanacak ve bunun nimetlerinden de ziyadesiyle nasiplenecekti. Şöyle ki daha 1945’te “Narodna mladej” (Halk Gençliği) yayınevinde çalışmaya başlayacak, 1952’de “Bılgarski pisatel” (Bulgar Yazarı) yayınevinin çocuk ve gençlik kitapları bölümünü yönetecekti. Altmışa yakın yabancı dile çevrilen masallarını bütün dünyaya sevdirecek, ana dilinde de eserlerinin toplam tirajı iki milyonu aşacaktı. Sıkça ülke dışına serbestçe çıkma ayrıcalığından yararlanacak, resmî katta birçok yüksek ödülle taçlandırılacaktı. Sağlık sorunlarından dolayı son 6-7 yılını ağır hareketli ve tamamen hareketsiz geçirdikten sonra Aralık 1972’de Sofya’da hayata göz yumacaktı. Vefatından iki yıl sonra Dünya Hans Kristian Andersen Ödülü’ne layık görülecekti.

Eşi Vela da vefat etmeden (1980) önce, başkentin merkezinde yer alan ve zengin arşivlerinin korunduğu büyük dairelerini müzeye dönüştürülmesi ve çocukların hizmetine sunulması için bağışlayacaktı. Elbette ki yazarın, çalışma masası ve sandalyesine kimse oturmaması şeklindeki vasiyetine de harfiyen uyulacaktı.

Angel Karaliyçev, 1939’da sayılı günler geçirdiği komşu ülkenin diline masal külliyatının tercüme edileceğini ve büyük yaygınlık kazanacağını tahmin ediyor muydu acaba? Yazarın Türkçeye ilk çevirisi 1944’te yapılacaktı. Ankara Çocuk Esirgeme Kurumu yayını olan Birimiz Hepimiz İçin başlıklı derlemede yazarın, kitaba da adını veren bir masalı Mehmet Türker Acaroğlu tercümesiyle çıkacaktı. 1970’li yıllara gelindiğinde masallarından ve çocuk hikâyelerinden oluşan birçok kitabı yayımlanacak, son yıllarda bu ilginin yeniden canlandığı görülecek, tercümanlar arasında Aysel Özakın, Ülker İnce gibi usta isimler de bulunacaktı. Karaliyçev şimdiye kadar Türkçe yayımlanan eserlerinde masalcı ve hikâyeci yönüyle tanınacak, ağırlıkla Balkanların Andersen’i olarak tanımlanacaktı.

Author: nevka