KİTAP ÜLKESİ

Basri Zilabid Çalışkan

Güneş altında susamış birisinin soğuk suyu yudumlaması gibi “Arif Nihat Asya” kitabını ben de bir solukta okudum. Kuru bir biyografi kitabı asla değil, yazarı Yavuz Bülent Bakiler ise… Birçok bilmediğim meseleyi hem öğrendim, hem duygulandım. Biz ki, lise yıllarımızda gençliğin verdiği heyecanla 29 Mayıslarda mehter takımına şöyle eşlik ederdik:

 

Yavuz Bülent Bâkiler Arif Nihat Asya TDK Yay., Ankara 2020 Boyut: 19 x 23 cm, 130 sayfa

Bilirdik bu dizelerin büyük Türk şairi Arif Nihat Asya’ya ait olduğunu ama o kadar. İşte bu kitabı Türk Dil Kurumu Yayınları arasında görünce ne kadar mutlu oldum tarif edemem. Bilmezdim Y. Bülent Bakiler’in Arif Nihat Asya’nın yirmi yıl yanında yöresinde olduğunu, çantasını taşıdığını paltosunu tuttuğunu.. demek ki Y. Bülent Bakiler’deki o letafet, o selâset o nezaketten bir pay da A. Nihat Asya’dandır muhakkak.
Yazar, Arif Nihat Asya’yı şöyle tanıtıyor: “O bizim Cumhuriyet Devri edebiyatımızın hem nesirde hem de şiirde muhteşem kalemlerinden birisidir. Türkçeyi onun zenginliği ve kıvraklığıyla, şaşırtan güzellikleriyle kullanan ediplerimiz çok az! Onun nesri, Mimar Sinan’ın eserlerine benziyor. Kusursuz, muhteşem ve hikmet yüklü ifadeler silsilesi. Şiirleri ise üç ayrı kaynaktan süzülüp gelen yani bize aruzdan, heceden ve serbest vezinden ürpertili güzellikler getiren sihirli kelimeler dünyası. Arif Nihat, bazen ceylan yürekli bazen aslan yeleli şiirlerle karşımıza çıkan müstesna bir şairdir. O bizim gerçek kahramanlarımızdandır.
İngiliz yazarı Carlyle’ın dediği gibi “Milletler, kahramanlarıyla yaşarlar. Kahramanların yaşı yoktur. Kahramanlar yaşadıkları toplumlara ruh veren, yol gösteren müstesna şahsiyetlerdir!”
Kuşe kağıda konuya uygun resimlerle süslenen kaliteli bir baskı ile yayınlanan eserde yazar, büyük şairi üç bölümde ele alıyor. Birinci bölümde “çeşitli özelliklerini”, ikinci bölümde şahsen “A. N. Asya’dan dinlediklerini” ve son bölümde “şiirlerinden örnekler” vererek eserini tamamlıyor.
7 Şubat 1904 tarihinde İstanbul’a 65 km uzaklıkta Çatalca’nın İnceğiz köyünde Ziver Efendi ve Fatma Zehra Hanım’dan dünyaya gelen “Mehmet Arif”, yedi günlükken babasını kaybetmiş, annesinden de dört yaşında iken ayrı kalmıştır. Dedesi İbrahim Tevfik Efendi ve nenesi ona babalık ve analık etmişlerdir. Baba tarafından memleketi Tokat iken annesi Bulgaristan Tırnovalı Osman Efendi’nin kızıdır.
Dokuz yaşında iken Balkan Harbi sebebiyle köylerinden İstanbul’a sığınmak zorunda kalan Arif Nihat, dedesi tarafından halasına emanet edilmiş ve “bu çocuğu muhakkak okut” vasiyetinde bulunmuştur. Halası bu vasiyeti yerine getirmek için çok gayret etmiş ve çok çalışkan bir öğrenci olan Arif’i Gülşen-i Maarif Mektebi’ne yazdırmıştır. Çalışkan fakat öksüz olması sebebiyle okul müdürünün de yardımıyla eğitimine önce Bolu Sultanîsi’nde (lise) daha sonra da Kastamonu Sultanisi’nde devam etmiştir. Burada 1920-1921 yıllarında Mehmet Akif’le tanışmış, onun ateşli istiklâl vaazlarını dinlemiş, istiklâl havasını solumuş, İstiklâl Marşı’nın ilk defa basıldığı Açıksöz isimli mahalli gazete çevresinde bulunmuştur. Yine ilk şiirlerini Kastamonu’da çıkan Gençlik isimli bir sanat-edebiyat dergisinde yayınlamıştır.
1923 yılındaki lise mezuniyetinden sonra İstanbul Dârülmuallimîn-i Âliyesi’ne (Yüksek Öğretmen Okulu) girmiş, bir yandan da İstanbul Postahanesi’yle Anadolu Ajansı’nda çalışmış. 1928’de okulun edebiyat bölümünü bitirdikten sonra öğretmen olarak Adana’ya tayin edilmiş. 1950-1954 yılları arasında Adana milletvekili olan Arif Nihat Asya daha sonra tekrar öğretmenliğe dönmüş ve 1962’de emekli olmuştur; 5 Ocak 1975’te Ankara’da vefat etmiştir.
5 Ocak Arif Nihat Asya’nın hayatında önemli bir tarihtir. Bu kitapta bir çok hatıra, bir çok anekdot, bir çok fıkra bulacaksınız. Bunlardan birisi ve en önemlisi de bence şudur: Yazar Bülent Bakiler bir gün “Aziz Hocam, der. Necip Fazıl, Kaldırımlarla, Mehmet Akif, Çanakkale Şehitleri ile Yahya Kemal, Sessiz Gemi ile Orhan Veli İstanbulu Dinliyorum’la meşhur. Siz ise “Bayrak Şairi” olarak takdim ediliyorsunuz. Bana bu şiirinizi nasıl yazdığınızı anlatır mısınız”, diye soruyor. Üstat şöyle anlatıyor:
“Bayrak şiirini 35 yaşımdayken yazdım. Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydim. Hatay, Gazi’nin gayretleri ile Türkiye’ye bağlanmıştı. Türkiye yeni bir sevinç içindeydi. Bu sevinci Adana da büyük coşkularla yaşıyordu. Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu bildiğin gibi 5 Ocak 1922’dir.”
Adana Saat Kulesi ile Ulu Cami minaresi arasında çok büyük bir bayrak çekilerek günün anlam ve önemine uygun konuşmalar yapılır ve öğrenciler tarafından şiirler okunur. Bu yıl da bu görev edebiyat öğretmeni A. Nihat Asya’ya verilir. Öğretmen 3-4 öğrencisine 5 Ocak kutlamalarına uygun fakat “pek duyulmamış” bir şiir bulmalarını ister. Kütüphanelerden elleri boş dönen öğrencileri azarlayan öğretmen tekrar onları iyice araştırma yapmalarını tembihleyerek gönderir fakat nafile. İşte o zaman kendi kendine “Arif bu şiiri sen yazacaksın!” der. 1939 yılı 4 Ocak gecesi herkes yatağına çekildikten sonra petrol lâmbasının yorgun ışığı altında 5 Ocak sabahı şafak sökerken “Bayrak” şiiri artık hazırdır. Daha sonraları Opera ve Bale Genel Müdürü olan, güzel şiir okuyan öğrencisi Aydın Gün’ü çağırarak ona vermiş ve kutlamalarda bu şiiri okumasını istemiştir. Şiiri mükemmel bir şekilde okuyan öğrenci alkışlanmış, akşam Halkevi’nde yapılan baloda tekrar tekrar okuması istenmiştir. Davetlilerden birisi şiirin şairini merak edip öğrenciye sormuş, fakat öğrenci “Bilmiyorum efendim. Şiiri bana Arif Hocam verdi. Sonra ‘Sana bu şiir kimin? derlerse kimin olduğunu söyleme’, dedi.” O zaman mesele anlaşılmış. “Tamam, bu şiir Arif Hoca’nındır” demişler. İşte Bayrak şiirinden tadımlık iki kıta:

 

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
(… )Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

***
Ben bir Deliormanlı ve Doğu Rodop damadı olarak Kırcaali lehçesini sonradan öğrendim. Eğer siz de Kırcaali lehçesinin tadına varmak ister

Mehmet Güngörmüş
Balkan Rügarları
(Koşukavak’tan Karacabey’e)
Alp Yay., Bursa 2023
Boyut: 13,5 x 20,5 cm; 264 sayfa

iseniz gerçek bir aile öyküsünün anlatıldığı bu romanı okumanızı hararetle tavsiye ederim.
Yazar bu ailenin bir ferdidir. 1956 yılında Bursa Karacabey’de doğan Mehmet Güngörmüş Ankara Tapu ve Kadastro Meslek Okulu’nda okuduktan sonra Anadolu Üniversitesi İş İdaresi Bölümü’nden mezun olmuştur. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nden emekli olmuş ve halen İzmir’in Urla ilçesinde yaşamaktadır.
Yazar, babası Şaban’ın dilinden ve annesi Fatmece’den dinlediklerinden yola çıkarak Koşukavak’ın Çiftlik köyünden büyük dedesi İbram Ağa’nın Akgözler’den Çakıcı Ali ve Topal Yusuf isimli arkadaşlarıyla Balkan harpleri günlerinde masum insanlara eziyet eden, her gün bir köyü basan Bulgar çetesinin inini nasıl bastıklarıyla öyküsünü anlatmaya başlıyor.
Küçük Şaban, babası Zekeriya ile anne tarafından dedesi Garamat köylü Sert Memet’i ziyarete gittiklerinde sohbet sırasında ondan İbram dedesinin hikâyesini duyuyor. Sert Memet şöyle anlatıyor:
“Bak çöcüm kaç yıl geçti, sanki hâlâ dün gibi… Ne oldu nasıl oldu, tam olarak bilmeyriz? Ama o gece, silâh sesleri sabaha kadar hiç susmadıydı. Korkunç bir gece yaşamıştık… Beygir kişnemeleri, köpeklerin havlamaları, şu Rodoplar, sabaha kadar yankılanmıştı. Civar küylerde, hemen herkes, sabaha kadar korkuyla, tedirginlikle beklediydik hepimiz…
Sabah olduğunda, herkes merakla anlamaya çalışyırdı: Bu korkunç ve karanlık gecede neler olduğunu?
Ta (daha) sonra, gün ağarınca öğrendik ki, bubanla barabar iki arkadaşı, Bulgar çetesinin inini basmışlar… Başkaları da var mıydı, bilmiyeriz… Hep barabar hareket etmişler. Balkanlar yangın yeri gibiydi, kaynıyırıdı o vakıtlar… Kimler, hankı böyük devletler nasıl harladıysa! Bulgar çeteleri, hemen her gün bir küye baskın yapyırılardı… Masum, künafı (günahı) olmayan insanlara pek eziyet edyirlerdi. İnsanlarımız, korkudan seslerini çıkaramıylardı…
Buban, arkadaşlarıyla günlerce bu işi planlamışlar demek ki! Çeteyi hazırlıksız yakalamışlar, çok zayiat verdirmişler… Epey ölü ve yaralı varmış!”
Olaydan sonra her biri farklı yerlere kaçan üç arkadaştan ikisi Bulgar zabitleri tarafından yakalanarak öldürülmüş, İbram Ağa ise günlerce dağlarda, ağaç kovuklarında saklanarak bir yolunu bulup Edirne’ye kaçmıştır. 20 yıl burada ailesinden ayrı kalan İbram Ağa geride dört çocuğuyla hanımını bırakmıştır. Edirne’de yalnızlıktan usanan İbram Ağa’yı komşuları yetim bir kızla evlendirmişler ve Ali adında bir çocukları olmuştur. Ali’nin annesi kısa bir zaman sonra genç yaşta solmuş ve vefat etmiş. Kaçışından yirmi yıl sonra fırsat bulup evine, yurduna dönen İbram Ağa ailesinin hasreti de son bulmuş. Hanımı, Ali’yi kendi çocuğu bilmiş, diğerlerinden hiç ayırmamış.
İbram Ağa zaman zaman Edirne’de sohbet meclislerinde dinlediklerini anlatır. Şeyh Bedreddin’in şu sözleri çok hoşuna gider: “Bütün insanlar Allah’ın kuludur. Kul hakkı haramdır. Hak ne ise, o yoldan şaşmayacaksın. Cenab-ı Hakk’ın kulları arasında, ayrı gayrı yoktur.”
Ecel gelmiş, İbram Ağa huzur içinde ruhunu teslim ederek memleket toprağına saklanmıştır. Hanımı Fatme nineye 5-6 ay sonra inme gelmiş felç olmuştur. Artık ona torunları “yatanana” demeye başlamıştır.
Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi’nden sonra sıra İkinci Cihan Harbi’ne gelmiş, hep yokluklar, sefaletler, baskılar, kırımlar… Şimdi de “partizanlar ve vatan cephesi”.. 1944’te iktidara gelen yeni komünist rejimin 6 yıllık uygulamalarını gören Türkler işlerin nereye varacağını sezerek kafileler halinde göç yoluna dizilirler. Macırlık, doğduğun büyüdüğün vatanını terk etmek, çocuğundan ayrı düşmek, mezarlarını geride bırakmaktır. İbram Ağa’nın oğlu Zekeriya, annesi “yatanana”yı yanına alarak ailesiyle 1950 yılının son gününde trenle Edirne Karaağaç istasyonuna ulaşır. Burada kendilerine soyadı verilecektir. Zekeriya Ağa konuşurken “bu günleri de gördük çok şükür” derken memur “sizin soyadınız Güngörmüş olsun” der ve o şekilde vatandaşlığa alınırlar. Gerekli tüm işlemlerden sonra iskanları Malatya Doğanşehir’e çıkar. Kışın ortasında yeni bir tren yolculuğu onları beklemektedir. Doğanşehir’e varırlar varmasına fakat bir müddet sonra “yatanana”yı buradaki sahabe şehitliğine saklarlar.
Zekeriya Ağa’nın oğlu Şaban, Bursa taraflarına Karacabey’e gider dolaşır. Oranın yeşilini, suyunu toprağını beğenir tıpkı Rumeli gibidir. Muhacir mahalleleri vardır. Herkes yeni hayatına umutla bağlanmış çalışmaktadır. Yine yol görünmüştür. Bu sefer Malatya’da “yatanana”yı bırakarak Karacabey’e yerleşirler. Kitabın yazarı işte burada doğar.
Bizzat muhacirliği yaşamamasına rağmen böyle ailelerde doğanlar yine de bu duyguları yaşarlar ve yazarın kurduğu şu cümle ne kadar da vurucudur: Ömürleri bitti memleket hasreti hiç bitmedi.
Göç edebiyatı bağlamında başarılı bir esere imza atan yazarı içtenlikle kutlarız.

Author: nevka