Kopan Bir Kolyenin Dağılan Boncukları
Sait Arkan
– Kızlar yetişin, kolyenin ipi koptu!.. Boncuklar dağıldı, toplayın!..
Annelerimizin bu feryatlarını duyardık bazen, çocukluğumuzun o belli belirsiz akışında, selde sürüklenen yapraklar misalince…
O yıllarda, yani 50-60 yıl evvel, şimdiki gibi çeşit çeşit altın kolyeler, pırlantalar, elmaslar pek yoktu; çok zenginlerde vardıysa da onu da biz bilmezdik. Televizyon ve bilgisayar da olmadığından bu tür takıları göremezdik. Altın kolye ancak nişanda veya düğünde görülürdü gelinlik kızların boynunda, zar zor borç harçla alınabilen takılardı bunlar.
Oysa kız çocuklarının, genç kızların, dahası yaşını başını almış kadınların bile boyunlarında rengârenk boncuk kolyeler hep olurdu. Her evde türlü türlü, renk renk boncuklar bulunur; beğeniye göre iplere dizilir, sıra sıra kolyeler yapılırdı. Boncuklar dizilirken bazen ip kopar ya da elden kayıverirdi; boncuklar dağılır, her biri bir tarafa saçılırdı. Kopuk ip dışında elde kalansa yalnızca boşa giden emek değil, belki de bir daha aynı şekilde art arda dizilemeyecek olan boncukların bir aradaki güzelliğiydi.
O boncuklar o kolyelerde, o kolyeler o boyunlarda ve o boyunlar o insanlarda, o göçmen kızlarında ve kadınlarında ne kadar da güzel dururdu… Kolyeler mi göçmen kadınlarını güzelleştirirdi, göçmen kadınları mı kolyeleri; karar vermek zordu… O kolyeler aslında göçmenleri yansıtırdı, göçmenler de o kolyeleri…
Balkan Türkleri, göçmenler Balkanlar’ın güzel kolyelerinin güzel boncuklarıydı; bir arada, dizi dizi ne güzel kolyelerdi onlar. Elmas da pırlanta da zaten kendileri değil miydi?.. Balkanlar’ın esintileriydi, ne de güzelllerdi. Ve gün gelmiş, devran dönmüş, o güzelim insanların birçoğu göç yollarına düşmüşler, o yollarda dökülmüşlerdi. Türkiye’ye sağ salim yetişebilenlerin büyük çoğunluğu Trakya, Marmara ve Ege bölgelerine yerleştirilirken küçük bir azınlık ise Anadolu’nun çeşitli köşelerine gönderilmişti. Az sayıda göçmen de Diyarbakır’a yerleştirilmişti.1 Yeşil bir coğrafya, verimli topraklar ve ılık bir iklimden sonra cehennem sıcağında, kurak bir bozkırda bulmuşlardı kendilerini. Yabancı bir kültür, bilmedikleri bir coğrafya… Açlık, sefalet, kuraklık, salgın hastalıklar, çaresizlikler… Kısa sürede göçmenlerin çoğu sapır sapır dökülür, kırılırlar… Dalında kuruyan ham meyveler gibi birer birer düşerler toprağa…
Yaşar Kemal Diyarbakır’ın bir göçmen köyünde gördüğü manzarayı şöyle anlatır: “Hastalanmadık kimse kalmıyor göçmenlerden. Geldiklerinin birinci ayında 120 can veriyorlar kara toprağa. Herkes hasta, köy ıpıssız. Ölüleri bile kaldıran yok. Evlerde kokup kalıyorlar. Birinde iki gündür gömülemeyen bir ölüyü, köye yolları düşen iki ilkokul müfettişi defnediyor.” 2
Daha neler neler anlatıyor yazısında Yaşar Kemal… Kaldı ki yazısında değindikleri, göçmenlerin Diyarbakır’a gelişlerinden on beş yıl sonrasına ilişkindir; varın ilk yılların sefaletini de sizler düşünün…
Kazanacak at çıkışından bellidir, derler: Diyarbakır Balkan göçmenleri, çıkışta kaybetmişlerdi, ta en başından. Başlangıçta devletin iskân ve toprak başta olmak üzere maddi ve manevi yardımlarını görürlerse de bu yardımlar çok yetersiz kalır ve bir süre sonra da tümden unutulup giderler, kaderleriyle baş başa bırakılırlar. Yerli halktan yardım gördükleri de olur, ciddi tepkilerle karşılaştıkları da…
En zoru ise göçmenlerin yerli halk tarafından, kendilerine uygulanan bir asimilasyon politikasının unsurları olarak görülmeleri ve zaman zaman ötekileştirilmeleriydi. Bu düşünceler yıllarca, on yıllarca devam eder. Aç, yoksul, canını zor kurtarmış, kırılıp dökülen, perişan birkaç bin göçmen insan, yüz binlerce insanı nasıl asimile edecekse?.. Bu durum, Türkiye’ye gelen başka hiçbir göçmen grubunun yaşamadığı bir sıkıntıydı. Oysa onlar zaten Osmanlı Dönemi’nde Anadolu’dan Balkanlar’a, 1930’lu yıllarda da Balkanlar’dan tekrar Anadolu’ya sürgündüler. Ve sonrasında o göçmenler, on yıllar boyunca hep kenarda kıyıda, hep kuytuda köşede, hep geri planda, hep gölgede kalarak yaşama tutunmaya çalışırlar… Refaha kavuşmak, rahata ermek, ileri gitmek hayalden de uzaktır onlara; çabaları hep düşmemek, düşüp kalmamak içindir yıllar yılı…
Dolayısıyla Diyarbakır’a gelişlerinden bugünlere kadar, onca insan arasından ne bir siyasetçi, ne bir devlet adamı, ne zengin bir iş adamı, ne bir sanatçı, ne ünlü bir sporcu, ne de söz sahibi bir kimse çıkaramazlar… Diyarbakır Balkan göçmenleri yıllar yılı Doğu’da Kürtler için, Batı’da Türkler için hep “öteki” olmuşlardır. Nerede olurlarsa olsunlar hep muhacir, hep göçmen, hep sürgündürler…
Trakya, Ege ve Marmara’daki göçmenlerle karşılaştırıldığında sanki bambaşka bir dünyada yaşarlar. Batı Anadolu’daki göçmenler gibi bir araya gelemezler, dernekleri olmaz, örgütlenemezler… Ne nüfus sayısı ne de maddi olanak bakımından güçleri yetmez buna… Bu arada ne Batı Anadolu’daki göçmen derneklerinin onlardan haberi olur, ne de onların, Batı’daki göçmen oluşumlarından…
Diyarbakır’da Balkan göçmenleri olduğu hususu, bugün bile çoğu yerde, üstelik konunun uzmanları tarafından bile bilinmemektedir. Çünkü seslerini duyuramamışlardır, kısıktır sesleri, kısık kalmıştır yıllar yılı… Sonraki yıllarda, fırsatını bulanlar birer birer Batı’ya göç ederler; yine göç, yine göçmen… Zaten kopan bir kolyenin dağılan boncuklarıydılar, iyice darmadağın olup giderler. Üstelik çoğu, oralarda da tutunamaz, kaybolup giderler; dağılan kolyenin bulunamayan bazı boncukları gibi…
Balkan Türkleri ve Balkan göçmenleri hakkında çok sayıda kitap, dergi, makale vb. yayın olduğu halde bugüne kadar Diyarbakır Balkan göçmenleri hakkında herhangi bir yayına rastlamadım: ne bir kitap, ne bir dergi makalesi vb. (Umarım vardır da ben bilmiyorumdur. Böyle bir şeyin olduğunu duysaydım çok mutlu olurdum.) Elbette ki, kabahatin çoğu kendilerindedir, kendimizdedir ancak anlattığım gibi, bir şeyler yazmayı bile düşünememiş olmalılar, yaşam telaşesinden.
Bu konuda ilk kez bir kitabın, (bir ailenin, benim ailemin göç öyküsü de olsa) tarafımdan yazılmış olmasının huzurunu duyumsuyorum.3 Umarım bir gün Diyarbakır Balkan göçmenleri de etraflıca araştırılır, yazılır, kitaplaştırılır. Belki bu konuda eski gazete haberlerine, sayısal verilere, bazı belgelere ulaşılabilir, ama ortada acı mı acı bir gerçek var; onların artık bir “hikâyeleri” yok, kalmadı… Hikâyeleri anlatabilecek eski kuşaktan kimseler kalmadı, ne yazık ki. Keşke zamanında uyanabilseydik de o çile kuyusu, o sabır taşı, o toprak yüzlü insanların anlatacakları yaşanmış öyküleri toplamış, kayda almış olsaydık…
Evet, Diyarbakır Balkan göçmenlerini bir anımsatayım dedim. Onlar kopan bir kolyenin dağılan, kaybolan boncukları… Onlar hikâyelerini, geçmişlerini yitirmiş insanlar… Onlar bilinmeden kaybolup gidenler… Onlar bir varmış ama hiç yokmuşlar mı, acaba?..
Saygı ve Sevgi ile…
—————————————————————————————————————
1 1936-38 yıllarında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen göçmenlerin yalnızca %1,5’i gibi küçük bir azınlığı (iskânlı göçmen olarak) Diyarbakır’a yerleştirilir. Bunlara Romanya’dan gelenler de dahildir. Yaklaşık toplam 1.300-1.400 kişidirler. 1939 yılında da çoğu Bulgaristan’dan olmak üzere yine az miktarda göçmen daha yerleştirilir.
2 Henüz genç bir gazeteciyken Cumhuriyet gazetesinde ilk röportaj yazısını Diyarbakır Göçmen Köylerine ayırır; “Diyarbakır’daki Göçmen Köylerini Gezerken Neler Gördüm?” (03.07.1951)
3 Bu satırların yazarı olarak; babası 1937’de 4 yaşında Şumnu’dan, annesi 1939’da 4 yaşında Varna’dan göç etmiş bir ailenin Diyarbakır’da doğmuş birinci kuşaktan çocuğuyum. Ailemin göç öyküsünü “PALAS PANDIRAS – Şumnu’dan Diyarbakır’a Bir Göçün Anıları” (KDY Yayıncılık – 2021) adlı kitapta anlattım. Sanırım Diyarbakır Balkan Göçmenleri hakkında ilk ve tek kitap. Umarım yenileri yazılır.