İsmail Yakubov
Baharin ilk günlerinden biriydi. Bahçede cıvıldaşıp duran kuşlar güzel bir günün başladığını müjdelemeye çalışıyordu. Emekli öğretmen Demirci sabah gezisinden dönmüştü. İlk kahveyi içmek için sundurmadaki masaya oturdu. İlk yudumu aldı almadı dış kapı tıkırdadı ve kulağına bir ses geldi:
“Ziyaretçi kabul etmeye imkânınız var mı, Hocam?”
Baktı. Yarı açık kapıda tanımadığı bir kimse dikiliyordu.
“Buyurun,” diye cevap verdi ve mutfağa doğru seslendi:
“Hanım, ziyaretçim var. Bir kahve daha getirmen gerekiyor.”
Ziyaretçi basamakları yarıladığında hane sahibinin maske takmış olduğunu fark etti, o da taktı maskesini ve selâm verdi:
“Günaydın.”
“Günaydın. Hoş geldiniz. Buyurun, oturun…”
“Ben avukat Bedri.”
O başıyla eşinin getirdiği fincanı işaret etti ve:
“Ben sabık öğretmen Demirci. Benimle birlikte siz de için bir kahve” dedi.
Misafir fincandan bir yudum aldı ve sabırsızlığını gizleyemedi:
“Kahve çok güzel… Sabık meslektaşınız Mahir için konuşabilir miyiz?”
Demirci derin derin göğüs geçirdi ve esef dolu sesle konuştu:
“Genç ve kabiliyetli iki öğretmen mahvoldu gitti… Birbirilerini öyle seviyorlardı ki. Hangi şeytan geçti aralarından…”
“Davayı yenilemek niyetindeyim.”
“Bir buçuk yıl sonra ne önemi olabilir ki?”
”O dönemde mahkemede stajyerdim ve davayı dikkatle izlemeye imkânım vardı. O günden beri bu olay etrafında ayan olmayan birşey var düşüncesi beni bir an için bile terk etmiyor. Mahir’in bütün iş arkadaşlarıyla karşılaştım. Onunla bir arada birkaç yıl siz de çalışmışsınız.”
“İkisiyle de. Hatta ilkokula gittikleri yıllarda onların hocasıydım.”
“Yani bana herhangi bir bilgi verebileceksiniz.”
“Benden yeni bir şey öğreneceğinizi hiç ummuyorum.”
“O uğursuz sabah aralarında hırdı zırdı olmuş. Az sonra Meryem işe gitmek için evden çıkmış. Onu bir daha da gören olmamış. Şoför ve yolcular o sabah otobüse binmediğini tekrarlayıp duruyorlar.”
“Nasıl öyle binmemiş!? O sabah Meryem’in evden çıktığını ve otobüse bindiğini ben gördüm!”
“Ne gördüğünüzü anlatır mısınız?”
“Niçin anlatmayayım ki?”
… Emekliye ayrıldığında da önceki gibi her sabah kahvaltıdan sonra, ana sokaktan okul yanına kadar gidip geliyordu. Dünyayı saran şu salgın sorunu çıktığında bir gün köy muhtarı yaşlılara sokağa çıkma yasağı geldiğini bildirdi. O da evden sabah karanlığında çıkmaya ve köy içi canlanmazdan önce yürüyüşe son vermeye başladı. O talihsiz sabah da evden çıktığında köy yine derin uykudaydı ve lâmbalar ışımaya devam ediyordu. Kırk-elli adım geçtiğinde dış kapıların birinden sokağa bir kadın fırladı ve yüksek topuklu ayakkabılarını trutuvarda tıkırdatarak hızlı hızlı yürüdü. O, saate baktı ve ‘Meryem öğretmen, bu sabah evden erken çıktın. Otobüsün gelmesine daha hayli vakit var. Niye acele ediyorsun?’ diye sordu kendi kendine. Öyle düşünmemesi lazımmış. Bir an sonra arkasında bir uğultu belirdi. Gürültüyü kadın da duymuştu ve koşmaya başladı.
‘Durak hayli uzak Meryem hanım. Otobüsten önce yetişemeyeceksin oraya. Kaçırdın onu sen bu sabah.’ diye hımırdadı kendi kendine. Fakat düşüncesi yine yanlıştı. Otobüs kadına yaklaştığında kapısı açıldı ve Meryem Öğretmen kendini can havliyle içeriye attı.
Şu eğitim yöneticilerinin de aklına şaşsındı insan. Öncekiler öğretmen ailelerini bir okula toplamak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Şimdikiler ise bunca yıldan beri bir arada çalışan karı kocayı durup dururken ayırdılar. Mahir’i köydeki okulda bıraktılar, eşi Meryem’i bu okulda sana yeterince iş yok diyerek komşu köyün okuluna aktardılar. Aksisini yapmak nasıl da gelmedi akıllarına? Her sabah Meryem yolculuk edeceğine komşu köye kocası gidip gelse daha iyi olmaz mıydı?..
Ertesi sabah tam durak yanına vardığımda yetişti otobüs. Fakat Meryem görünürlerde yoktu. Yine baktı saate, yine hımırdadı:
“Meryem, Meryem, bu sabah otobüs üç dakika da olsa geçikti ama sen yoksun ortalıkta. Bu defa hakikaten de kaçırdın onu.”
Eve döndüğünde eşi fırından dönmüş, ekmek almış ve kahvaltı hazırlıyordu. Onun kapıdan girdiğimi görünce hemen patırdanmaya başladı:
“Nereye varacak bu dünyanın hali aklım ermez oldu adam. Gençliğimizde böyle şeyler işitilmiyordu. Biz mi başka terbiye gördük, yoksa şimdiki gençlerin terbiyesinde ve anlayışında mı bir kusur var…”
“Ne oldu hanım? Sabah sabah yine niye sıkıldı canın acaba?” diye sordu.
“Her gün sokaklarda saatlerce gezip tozuyorsun ayağı yanmış kedi gibi. Dünden beri köy içinde konuşulanları işitmedin mi?”
“İşitmedim. Ne konuşuluyormuş köy içinde?”
“Meryem öğretmenin rezaletini duymadın mı canım?”
“Duymadım. Ne yapmış Meryem öğretmen?”
“Herkes sadece onu konuşuyor. Yalnız senin her vakitki gibi hiçbir şeyden haberin yok.”
“Dedikodulara kulak asmadığımı çok iyi biliyorsun.”
“Bu defaki konuşulanlar dedikodu değil adam, hakikat.”
“E-e?”
“Dün sabah evden işe diye çıkmış ve sanki yer ayrılmış yere dalmış. O zamandan beri izini gören yok.”
“Nasıl öyle yokmuş? Dün sabah gözlerimin önünde çıktı evden ve otobüse bindi.”
Eşi duraksar gibi oldu. Lâkin bir ân sonra daha ithamlı sesle devam etti:
“Fakat çalıştığı okula gitmemiş! Müdür, Mahir’e telefon etmiş ve Meryem’in niçin işe gelmediğini sormuş. Adam ak kara bir şey diyememiş.”
“Acil bir sebep yüzünden annesini ve babasını görmeye gitmiştir.”
“Mahir onu orada da aramış. İnsancıkların hiçbir şeyden haberleri yokmuş ve ne diyeceklerini bilememişler. Mahir’i terketmiş ve kimsenin bilmediği bir erkeğin arkasına takılıp gitmiş diye konuşuluyor.”
“Ne Meryem öyle bir iş yapar, ne de Mahir terkedilecek bir erkektir. Sen bari böyle dedikodularla ağzını yorma.”
Ertesi gün başka haber yayıldı etrafa: Polis Mahir’i alıp götürmüş! Dedikoducular niçin acaba diye sora dursunlar, öğleye varmadan üçüncü bir haber bomba gibi patladı köy içinde: ‘Mahir Meryem’in canına kıymış!’
Ötesi malûm. Savcının önünde o sabah Meryem’le tartıştıklarını itiraf ettikten sonra Mahir ağzına kilit vurmuş. Arada sırada ‘bilmiyorum’ demekten başka söz çıkmamış ağzından. Hatta bir ay sonra sulama kanallarını yaz sezonuna hazırlayan işçiler şahtaların birinde plastik çuval içinde bir kadın cesedi bulduklarında ve polisler Mahir’i oraya götürdüklerinde ‘Evet, Meryem’ demiş ve başka bir şey dememiş.
Dava günü mahkeme salonu hıncahınç doluydu. Herkes köyün en güzel kadınının canına kıyan Mahir’e olan nefretini ifade etmek istiyordu. Savcının yirmi yıl mahpusluk istemesini bütün salon memnuniyetsizlikle karşıladı. Bir an sonra etraf ‘Ölüm! Ölüm!’ haykırışlarıyla inledi. Hakim salonu boşaltmakla tehdit ettiğinde salona kısa bir süre için sessizlik çöktü. Lâkin az sonra haykırışlar var kuvvetiyle devam etti. Hatta karar okunurken bile oradakiler aynısını onlarca defa tekrarlayıp durdular: ‘Ölüm! Caniye ölüm!’
“Meryem’i son defa gördüğünüz sabah otobüs saat kaçta yetiştiğini hatrılıyor musunuz?” diye sordu Avukat Bedri.
“Uğultuyu işittiğimde saate baktım. Altıya yirmi iki dakika vardı.”
“Bu kadar büyük tamlıkla hatırlıyorsunuz yani?”
“Öğretmenlik yıllarından kalma alışkanlık. Otobüs her sabah tam altıya on kala yetişiyor durağa ve o anda umumiyetle orada oluyorum. Yolculuk edecek olanlarla hal hatır oluyor ve otobüs çekildiğinde yürüyüşe devam ediyorum. O sabah otobüsün hayli erken gelmesi dikkatimi çekti. İlk anda saatim gerilemiş diye düşündüm. Eve geldiğimde duvardaki saate baktım. Bileğimde olanla ikisinin arasında dakika bile fark yoktu.”
“Dikkatinizi çeken başka bir şey oldu mu?”
“Şoförün insanlığı. Durağa doğru koşan kadının yanına vardığında durdu, kapılarını açtı ve binmesini bekledi. İşte o zaman ‘Aşkolsun, iyi kalpli insanlar bitmemiş daha bu yeryüzünde’ dedim içimden.”
“Dikkatinizi başka bir şey çekmedi mi?”
“Otobüsün içinde ışık yoktu. Fakat yolcusu da yok gibime geldi.”
“Niçin öyle düşündünüz?”
“İçinde yolcu olduğunda otobüs daha yavaş gider. Bu defa yükü yokmuş gibi hızlı ve sıçrayarak ilerliyordu sokakta.”
“Ertesi sabah…”
“Ertesi sabah otobüs durağa altıya yedi varken geldi. Yani üç dakika geçikmişti. Hayli yolcu vardı içinde. Bizim köyden en az on kişi bindi. Fakat Meryem yoktu aralarında. ‘Bizim öğretmen hanım bu sabah otobüsü hakikaten de kaçırdı’ diye geçirmiştim aklımdan.”
Avukat bey ayağa kalktı:
“Kahve için teşekkür ederim. Sizi rahatsız ettiğim için beni mazur görün. Tekrar gelmem gerekirse bana yine birkaç dakika ayırırsınız değil mi?”
“Yeter ki herhangi bir yardımım dokunsun.”
Avukat Bedri üstlendiği vazifeyi başarıyla icra etti. O uğursuz sabahta yolcu otobüsünden önce başka bir otobüs geçmiş köyden. Hakikaten de boşmuş ve uzak bir kente turist almaya gidiyormuş. Meryem öğretmen onu sabahları yolculuk ettiği otobüs sanmış ve binmiş. Otobüsün şoförü ise hayvanın biriymiş. Meryem’in ırzına geçmiş ve canına kıymış. Sonra cesedi bir plâstik çuvalla yol kenarında bulunan bir şahtaya salmış. Avukatın bu neticeye varmasına ve ısrarla çalışarak ıspat etmesine tabi ki emekli öğretmen Demirci’nin sabah yürüyüşlerinde şahit olduğu teferruatlar yardım etmişti. Bir ay sonra davaya yeniden bakıldı ve Mahir aklandı.
Eve döndüğünde Mahir henüz otuz yaşına basmış olmasına rağmen saçları ak pak olmuştu. Dört gün devamınca evden çıkmadı. Ona ‘Geçmiş olsun’ demek için gelen giden de olmadı. Beşinci gün avukat Bedri dayandı kapısına. Onun ısrarıyla emekli öğretmen Demirci’yi ziyarete gittiler. Onun yaşadığı sokağa girdiklerinde karşı tarafta iyi tanıdığı bir kadın belirdi. Altı yaşlarındaki oğlunu elinden tutmuş, sakince yürüyordu. Karşılaştıklarında Mahir durdu ve selâm verdi. Fakat kadın onun yüzüne bile bakmadan devam etti yoluna. Birkaç adım uzaklaştıklarında oğlan arkasına bakarak ayan beyan duyulur sesle sordu:
“Anne, o ak saçlı amca sana selâm verdi. Niçin cevap vermedin?”
Kadın çocuğu kolundan hızla asıldı ve tersledi:
“Sus ve yürü! Bir yıl önce karısını işte o öldürdü! Bu köyde onun selâmına hiçbir kimse cevap vermez. Hapisten bu kadar çabuk çıkabildiğine göre avukatlara ve kadılara kimbilir ne kadar para yedirdi!”